Başbakan Tayyip Erdoğan sonunda şike davasına da el attı. UEFA Başkanı Platini ile yaptığı görüşmeden artık nasıl bir izlenimle ayrıldıysa, o buluşmadan birkaç gün sonra konuyla ilgili olarak parlak(!) düşünce ve önerilerini sunmaya başladı.
Hele ki, UEFA kongresinde yaptığı konuşmada, şike suçlarında kurumların değil, kişilerin cezalandırılması yolundaki görüşlerine Platini’nin de hak vermesi Erdoğan’ı iyice coşturdu. Gerçi Platini, Başbakan Erdoğan’a hak vermesine vermişti ancak yürürlükteki sisteme göre böyle bir ceza anlayışının uygulanmasının mümkün olamayacağını da eklemişti...
Hedefe ulaşmak için, yakayı ele verme riskini seve seve göze alarak şikeye teşebbüs edecek kişi bulmakta sıkıntı çekilir mi memleketimizde?.. Takımlarının başarısı adına her yolu mübah gören, değil hapis yatmaya, ölmeye bile razı olduklarını höykürüp duran cengaverlerle(!) dolu ortalık... “Ne pahasına olursa olsun kazan” anlayışının şevkle özümsendiği bir yerde, cezayı kişilerle sınırlı tutarak şikenin önüne geçilebilir mi?..
Ama Başbakan Tayyip Erdoğan şike davasını çözüme kavuşturmayı kafasına koymuş. Son derece kararlı ve kendinden emin görünüyor.
Bu kez de, 80’li yıllarda holigan terörüyle mücadele etmek üzere kendi isteğiyle 5 yıl Avrupa kupalarından uzak kalan İngiltere örneğini vererek, Türkiye takımlarının da 5 yıl boyunca Avrupa’ya gönderilmemesi önerisini dile getirdi. İddianamede adı geçen 8 takımın küme düşürülmesi Türkiye’deki futbolu bitirebilirdi ama 5 yıl boyunca Avrupa’ya gitmeden kendi aramızda oynamak fazlaca bir sorun yaratmazdı ona göre. İngilizler, Avrupa kupalarına katılmadıkları 5 yıl boyunca kendi aralarında gayet güzel bir şekilde futbol oynamaya devam etmişler, Avrupa’ya döndükleri sene de şampiyonluğu kazanmışlardı. Bizim takımlarımız da pekala bu 5 yıllık süreyi iyi değerlendirip ardından Avrupa’da fırtına(!) gibi esebilirlerdi.
Kendi kendimize 5 yıllık Avrupa cezası vermek, şike yapıldığını ya da şikeye teşebbüs edildiğini kabullenmek anlamına gelmez mi?.. UEFA’ya, “Şike yaparız. Ama bu işten sorumlu kişi ve kurumları elimizdeki yasalara göre yargılayıp cezalandır(a)mayız. En iyisi bize dokunmayın, biz de sizi rahatsız etmeden kendi kendimize futbolumuzu oynayalım” demek olmuyor mu bu?
Şike yapıldığını ya da şikeye teşebbüs edildiğini itiraf edeceksiniz ama bunun gereği olan cezayı ver(e)meyeceksiniz. Sonra da kendinizi belli bir süre Avrupa’dan soyutlayarak işleri düzelteceğinizi sanacaksınız...
Ekonomik açıdan, takımları küme düşürmenin futbola vereceği zararın, takımların Avrupa’ya gitmemesinden kaynaklanan zarardan daha büyük olacağı öngörülmüş anlaşılan.
Şike meselesine salt, maddi kâr-zarar hesapları üzerinden bakmanın ve bu hesaplar çerçevesinde çözüm bulmaya çalışmanın işi giderek daha vahim bir boyuta taşıdığının hâlâ farkında değiller. Bu bakış açısıyla değil 5 yıl, 50 yıl uğraşsalar futboldaki pislikleri yok edemezler.
Her şey bir yana, bu “gönüllü dışlanma” durumu, hem Avrupa Futbol Şampiyonası hem de Olimpiyat Oyunları düzenlemeye ısrarla talip olan bir ülke için son derece tuhaf bir sportif yaklaşım değil mi?.. Pisliklerin varlığını kabul edip buna karşılık temizliğin gereğini yapmayan ve işin içinden minimum maddi zararla sıyrılmanın formüllerini arayıp duran bir memleket dışarıdan nasıl görünüyordur acaba?.. Pislik, dünyanın pek çok ülkesinde var. Ama aramızdaki fark, onların hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan cezayı kesebilmesi...
Ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları sayesinde federasyonun ne kadar özerk(!), yargının ne kadar bağımsız(!) olduğunu da bir kez daha hatırlamış olduk...

MEDYA VE DEMİRÖREN

Medyadaki yalaka takımı ise bir yandan her vatandaş gibi Başbakan’ın da bu konuda görüş bildirmeye hakkı olduğunu, bunu özerkliğe ya da yargıya müdahale şeklinde algılamamak gerektiğini söylerken, diğer yandan Erdoğan’ın açıklamalarını, “UEFA’ya rest”, “Başbakan’dan dik duruş” gibi “yağ damlayan” söylemlerle kerametlendirmeye çalışıyor.
Başbakan, yürütme mekanizmasının başındaki kişi. Onun görüşlerinin, yorumlarının devletin kurumları üzerinde yaratacağı etki, elbette herhangi bir vatandaşınkinden farklı olacaktır. Etkilemek gibi bir niyeti bulunmasa dahi Başbakan’ın böyle durumlarda görüşlerini, yorumlarını dile getirmesi doğru değil. Başbakan’ın değerli düşünceleri(!) ve parlak önerilerinden(!) vazife çıkarmaya can atan, bu yolda özerklikten ve bağımsızlıktan seve seve fedâkârlık edebileceğini gösteren kurumlara tanık olmadık mı daha önce?..
Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören de, Başbakan’ın şike iddialarına ilişkin olarak, eski İngiltere başbakanlarından Margaret Thatcher dönemindeki uygulamadan ilham alarak dile getirdiği, “Avrupa’ya 5 yıl takım göndermezsek ne olur?​” şeklindeki düşüncesini desteklediğini açıkladı.
Bu düşünceyi Başbakan’dan daha önce kendisinin ortaya koyduğunu ancak tepki gördüğünü söyleyen Demirören, işin gerçeğinin bu olduğuna dikkat çekti. 5 yıllık süre sonunda İngilizlerin futbollarının marka değerini arttırarak Avrupa’nın en çok izlenen ligine sahip olduklarını hatırlatmayı da ihmal etmedi Demirören.
İşin içine “marka değeri” gibi sihirli bir kavram girince akan sular durur elbette. Endüstriyel futbolda zaten temel amaç marka değerini yükseltmek değil mi? Her konu öncelikle marka değerinin esenliği ve gelişmesi çerçevesinde ele alınmıyor mu, her yol marka değerine katkı yapmak üzere tasarlanmıyor mu?..


BARBARLIKTAN ÖDÜN YOK!

Basketbolda, FIBA Kadınlar Avrupa Ligi finallerinde Galatasaray ile Fenerbahçe’nin karşı karşıya geldiği maçta yine dehşet verici olaylar yaşandı. Salon, her iki takımın, rakibine sıkı bir ders(!) verme arzusuyla yanıp tutuşan taraftarlarıyla dolu olunca başka türlüsü düşünülmezdi zaten. Doğrudan küfürleşmelerinin yanı sıra, karşılıklı küfürlü tezahüratlar, sahaya atılan patlayıcı, yanıcı, yabancı maddeler ve konfetiler utanç tablosunu oluşturan ana unsurlar arasındaydı. Taraftarlar yanıcı maddelerin tutuşturduğu konfetilerin yarattığı yangın tehlikesini fark edemeyecek kadar kendilerinden geçmişlerdi. Hoş, düşman olarak gördükleri rakip taraftarların yanmasından üzüntü duyacağa benzer gibi bir halleri de yoktu.
Aklı ve mantığı devre dışı bırakan fanatizmin, insanları ne denli yabancılaştırıp barbarlaştırdığının yeni örneklerine tanık oluyoruz her hafta. Bütün bunların bir spor karşılaşması kazanmak adına yapıldığına inanmak gerçekten zor. Ama öte yandan sporun içindeki şiddet iyiden iyiye kanıksandı. Hiç kimse spor karşılaşmasının sonucunu sadece iki takımın mücadelesinin belirlemesine razı değil. Spor alanındaki temel şiarımızı en iyi, “Vur, kır, parçala... Bu maçı kazan” tezahüratı ifade ediyor. Bu bağlamda, rakibi, korkutmak, sindirmek, yıldırmak, sekteye uğratmak büyük önem taşıyor. Yöneticilerin ve medyanın taraftarlara biçtiği misyon bu yönde. Taraftarların, gönül okşayıcı(!) söylemlerle kendilerine dayatılan misyonu layığıyla yerine getirebilmesinin tek aracı ise şiddet. Bu nedenle yöneticiler ve medya taraftarlara misyon biçmekle kalmıyor, ardından yoğun kışkırtma faaliyetine girişerek kendilerine düşen görevi(!) yerine getiriyorlar. Böylesine yoğun ve kolektif bir çabanın(!) sonunda ortaya çıkan manzaraları görüyoruz.
Şiddet artık sporun doğal bir parçası ve olmazsa olmazı kabul ediliyor neredeyse. Bir felaket yaşanmadan acilen bu aymazlıktan kurtulmak gerekiyor. Ancak ne var ki bu konuda bir umut ışığı göründüğünü söylemek şimdilik mümkün değil...

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et