Muhafazakar sanat da neyin nesi?
İskender Pala’nın Şehir Tiyatrolarında sahnelenen Günlük Müstehcen Sırlar oyunu üzerine yazdığı yazıdan sonraki gelişmeler bu yazının pek plansız programsız kaleme alınmadığını gösteriyor. Hatırlayalım; çok geçmeden, aynı mihraktan gelen eleştiriler yüzünden Rosenbergler Ölmemeli oyunu sahneden kaldırıldı. Şimdi de Şehir Tiyatrolarının yönetiminin belediye bürokratlarına bırakılması eğilimine karşı tiyatrocular ayağa kalktı. Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu başta olmak üzere istifa eden edene. Hükümetin kadrolu kültür ideologu gibi davranan (belki öyledir) İskender Pala tam bu sıralarda Muhafazakar Sanat Manifestosu başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bu yazı Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen’in bir toplantıda söylediği “Muhafazakar kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakar estetik ve muhafazakar sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” sözlerine açıklık getirmek üzere kaleme alınmıştı. Bir süredir bu manifesto basında tartışılıyor. Kendisini “muhafazakar demokrat” ilan eden hükümetin demokrasisinin, toplumun hemen her kesimini susturmak üzerine inşa edildiğini; sanata bakış açısının da o heykeli ucube, bu oyunu edepsiz, şu kitabı tehlikeli bulmaktan ibaret olduğunu; yurttaşların eğer Sünni-Türk değil de Alevi, Zerdüşt, Ermeni, Roman vb. kimliklerine sahip iseler hor görüldüklerini biliyoruz.
Ancak hep eleştiri, hep tu kaka gidecek değil ya. Eleştirilenin yerine bir şey koymak da lazım. İki adım ileri bir adım geri mehter müziğinin ve dansının, Dede Efendi ile Itri zamanına takılmanın hâlâ Fuzuli ile idare etmenin, Osmanlı sanatını bozdurup bozdurup harcamanın bir alternatif yaratmadığı belli. Muhafazakarlar şimdi bu taklit işlerden bıktı ve çağdaş muhafazakar bir sanat yaratmak istiyor. Ekrem Dumanlı üç yıl önce yazdığı bir yazıda Anadolu sermayesinin serpilip palazlandığını, muhafazakar kitlenin kentlileştiğini ama bu kesimin bir kültürünün oluşmadığını söylemişti. Yani yeşil sermayeye artık sanat lazımdı. İşte Pala’nın 20 maddelik manifestosu da onun başladığı yerden devam ediyor ve o kültürün nasıl bir şey olması gerektiğini anlatıyor… “Geçmişiyle bağları travmatik olarak koparılmış bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutu”nu kurmak amacında olduğu bu manifestoda Pala, bir İttihat Terakki geyiğini ister istemez yeniden çeviriyor: “Batının tekniğini almak ama içini kendi ruhumuzla doldurmak. Mazi ile ati arasında bir bağ kurmak.” Gerisi de bildiğimiz şeyler: Orhan Kemal’i, Nâzım Hikmet’i Necip Fazıl’la karıştır; Molier’i, Shakespeare’i Şeyh Galip ile harmanla “Çağdaş birikime kat.” Doğrusu, kurulduğunu sandığı yeni bir dünyanın kültürel manifestosunu yazmaya yeltenen ideologdan İttihat Terakki’yi ve dahası gazetesinin hep eleştirdiği Kemalizmi bir nebzecik de olsun aşmasını, hadi onu geçelim daha iyi bir Türkçe kullanmasını beklerdik. Olsun, buralara takılacak değiliz yine de!
Önemli olan, bu tartışmaların da gösterdiği üzere, hükümetin kültür ve sanat alanında bir dönüşüm yapmaya çalıştığı. Bu dönüşümün bir parçası; Şehir ve Devlet Tiyatrolarının özelleştirilmesi ve bu kurumlardaki sanatçıların proje kapsamında ve performansa göre ücretlendirilecek olması. İkincisi de oyun repertuvar seçimi, tiyatrocuya bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğundan(!) “muhafazakar demokrat” bürokratların inisiyatifine bırakılması. Bunu üstelik “Devletin sineması yoksa tiyatrosu da olmaz” dedikleri anda söylüyorlar. Nitekim yeni hazırlanan şehir tiyatroları yönetmeliğinde daha önce olmayan “etik” sözcüğü yer alıyor ki, sözde, toplumun duyarlılıklarını göz ardı etmeyen oyunları repertuvardan elemek için seçilmiş bir kriter gibi duruyor orada. İskender Pala’nın Günlük Müstehcen Sırlar oyununa yönelttiği müstehcenlik eleştirisi bu kriterin nasıl işleyeceğini gösteriyor zaten. Dumanlı’nın sitemine bakınız: “Bir ‘sağcı’ tiyatro yazsa ne olacak? Bunun şehir tiyatrolarında… oynanma şansı var mı? Sıfır! Yok.” Bunun bir adım sonrası “Öyleyse repertuvarı biz belirleyelim” olacaktır ki, oluyor.
Aslında haksızlık ediyorlar. AKP hükümeti on yıldır kültür ve sanat alanına çok büyük paralar döktü. Büyük kentlerin belediyeleri eliyle açılan kültür merkezleri sessiz sedasız serpildi ve burada yapılan etkinlikler “muhafazakar sanat” denen şeyin alt yapısını oluşturdu. Büyük tiyatro kurumlarına ayrılan paranın, sinemaya verilen desteğin birkaç katıdır bu alt yapıya ayrılan sübvansiyon. Kitap fuarlarında, muhafazakar eserleri basan yayınevlerinin sayısının her gün arttığını üstelik bu yayınevlerinin iç ve dış fuarlarda temsil önceliklerine sahip olduğunu biliyoruz. Çok sayıda muhafazakar kültür dergisi de çıkarılıyor. Bunları “Devletin tiyatrosu olmaz” diyen devlet destekliyor.
Öyleyse ne?
Herhalde şu: Muhafazakar kültür ve sanat diye tabir edilen şeyin, şimdiye kadar sürdüğü gibi, bir tür “paralel bir toplum”da sessiz sedasız yürütülen sosyal bir faaliyet olmaktan çıkarılarak siyasal programın bir parçası mertebesine yükselmesi ve ana akım haline getirilmesi amaçlanıyor. Pala’nın manifestosunda olsun Dumanlı’nın yazısında olsun Kemalist rejimin “muhafazakarları şimdiye kadar bastırdı”ğı gibi bir mağduriyet edebiyatının yapılması da bundan. Ama ana akım haline gelmek için de bir, evrensel normlara uygunlukla sağlanabilecek kalitenin yakalanması lazım. Zaten bunu hem İsen hem de Pala böyle söylüyor.
Muhafazakardan sanatçı olmaz. Devlet eliyle sanat yaratılmaz, sanat özgürlükçüdür direktifle ortaya çıkmaz gibi son zamanlarda çok duyduğumuz hamasi lafları kullanmayacağız; tersine bu gelişmenin çok ciddiye alınması gerekiyor; çünkü bunların hepsi mümkün. Basılan düğmenin ardından sirenler çalınmaya başladı bile; şehir tiyatroları boşalıyor, kurumlar özelleştirme yoluna girdi. Bakar mısınız, uyduruk da olsa bir manifestoya da sahibiz artık... Atı alan Üsküdar’ı geçmeye çalışıyor. Ya geçecekler ya da geçemeyecekler; görecekleri karşılığa bağlı. Bu ülkenin iyi sanatçıları hep, devlete rağmen, devletle kavga ederek hak ettikleri itibarı kazandılar. Bu yol bir sanatçı için hâlâ elzemdir.
Evrensel'i Takip Et