Bana dostunun sınıfını söyle...
Fotoğraf: Envato
Seçim vesilesiyle Fransa’nın halini konuşmak bu aralar revaçta. Göçmen politikaları, beyaz olmayanlara yönelik tutumlar ve sınıflar arası uçurumun ne kadar derinleştiği, bu konulara girmeyi en istemeyenlerin seçim analizlerinde bile yer bulabiliyor. Bu başlıklar
-kenarından dolaşarak da olsa - bir de filmde yer bulunca, seyircinin dikkatini çekiveriyor. Çekmişken, yaşanmış duygusal bir öyküye dayanıp gönül tellerini titretmeyi de fazlasıyla başardığından, Can Dostum rekor üstüne rekor kırmaya devam ediyor.
Fransa sinemasının en büyük özelliği çok izlenmesi değilse de, teşvik etmeyi bilen bir devletleri ve kendi sinemalarına düşkün bir seyircileri olduğu ortada. Can Dostum’un tüm zamanların en çok izlenen Fransa filmi olma unvanı bu nedenle kayda değer. Olaylar Paris’te, farklı sınıflardan sakinlerinin hayatlarının hiç birbirine benzemediği en bilinen şehirlerden birinde geçiyor. Paraşüt kazasında sakat kalmış zengin bir adam, çalışmaya gönlü olmayan, tecrübesiz bir siyah genci bakıcı olarak işe alıyor. İkilinin benzemez kültürleri, alışkanlıkları, yaşam biçimleri, zevkleri, yer yer duygusal ama daha çok komik bir ilişkinin habercisi oluyor ve herhalde söylemeye gerek yok, siyah Driss’in kendisinin ve zengin Philippe’in çevresindeki kimsenin ümidi olmasa da, ikilinin arasından giderek su sızmaz oluyor.
ARAP NEDEN SİYAH OLUR?
Filmin yaşanmış bir öyküden uyarlanmış olmasını altı her fırsatta çizildi. Elbette, seyirciyi etkileme oranını yükseltmek, başlıca neden. İnsanın, “Bu film şuna benziyordu” demekten de kendini alıkoymasına yol açıyor. Oysa bayağı benziyor, sadece bir iki filme değil, genel olarak sinemada kullanılan klişelerin birçoğunu kullanmaktan kaçınmıyor. Farklı sınıflardan karakterleri arkadaş eden o kadar çok film var ki, filmlere bakıp “Bana dostunun sınıfını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” dense yeri. Can Dostum da bu tür sinemasal ilişkilerin hep gördüğümüz unsurlarını süslemeye, öykünün gidişatına bağlamaya falan da çalışmayıp öylece ortaya bırakıveriyor. Driss’in odasındaki banyo küvetinden etkilenmesini tekrar tekrar göstermenin, iki farklı dünyayı sadece yan yana getirmekten başka bir esprisi yok çünkü.
Yaşanmışlık meselesiyle ilgili şöyle numaralar da kuşku uyandırıcı. Asıl olaya göre, işe alınan bakıcı Cezayirli, oralarda yapılan genellemeyle bir Arap. Filmdeki ise, Senegalli bir siyah. Arapların, Müslümanların Fransa’da karşılaştıkları muamelenin daha güncel, beter, tartışmaya değer olmasından dolayı, arada ciddi bir fark var. Bunun üstüne, filmin genel olarak kokmaz bulaşmaz tavrını da özellikle eklemek gerek ki, geriye sadece duygusal bir dostluk öyküsü kalsın da, seyirciyi ağlattığıyla yetinsin. Biri hızlı arabaların sahibi, öteki bunlardan heyecanlanıyor, bir de küvetlerden tabii, biri sanata düşkün, öteki anlamayıp dalga geçiyor, biri klasik müzik, biri funk dinliyor, birinin pahalı zevkleri var, öteki hayatın kendisinden zevk almayı biliyor, iyi de... Bu yoksul adam neden yoksul, zengin adam nasıl zengin,
-hadi, dünya neden böyle denmesin- Paris neden böyle müthiş farklarla dolu bir şehir, filmin buralara dair -büyük cevapları boşverin- küçük göndermeleri, hatırlatmaları, çağrışımları olmayınca, o dostluğun temelleri ne kadar sağlam oluyor acaba?
SAMİMİYETİYLE ETKİLİYOR
Böyle iddialı bir sınıflar arası dostluk meselesini geniş planlara başvurmadan, yani hem içinde yaşadıkları şehrin bütününe dair kadrajlardan kaçınarak, hem kelimenin diğer anlamıyla bize bu ikilinin
-farklı müzik türlerini dinlemek dışında- sınıfsal kökenlerine dair derinlemesine göndermeler yapmadan anlatmak, filmin klişelere mahkum olmasının başlıca nedeni. Farklı sınıfların varlığını kabul etmek marifet değil elbet. Sinemada hep gördüğümüz, ya farklılıklarına vurgu yapıp zenginle fakiri birbirinden ayırmak, ya da her şeyi unutup onları dost yapmak olacaksa, bunun da alkışlanacak bir yanı yok.
Bu arada, asıl kaynak, yaşanmış öykü derken, onu anlatan Philippe. Çünkü film, zengin adamın kendi anılarını anlattığı kitaptan uyarlanmış, dolayısıyla, onun ruh haline, kalenderliğine, durumuyla çoğunlukla barışık hayatına daha kolay girmemizi sağlıyor. Özellikle kendiyle dalga geçebilmesi çok takdire değer ve aralarındaki ilişkinin de, dolayısıyla filmin de en anlamlı duygusu orada. Bir de, herkesten öngörülü olup Driss’i işe alma, yüce gönüllülükle sabıkalı bir göçmene kapılarını açma vurgularında bir tepeden bakma kendini hissettirmese daha iyiydi.
Oyuncular François Cluzet’nin alaycı gülümsemesi, Omer Sy’nin şaşkın saflığı, filmin samimiyetine çok şey katıyor. Filmin duyguları seyirciye geçirmesi, etkileyiciliği ispatlanmış zaten, onu tartışmak gereksiz. Sadece bunu “Sınıfsal çözümlemeler yapıyor” gibi iyi niyetli eklemelerle desteklemeye çalışmanın da bir anlamı yok.
- Androidler üç boyutta ne düşler? 06 Ekim 2017 01:00
- Yedi kişilik oyun 01 Eylül 2017 01:00
- Erkeklere gününü gösteren pehlivan 18 Ağustos 2017 01:02
- Etkili ama bilinmeyen bilim kurgu 28 Temmuz 2017 00:15
- Zombilere karşı iki tutum 21 Temmuz 2017 01:00
- Maymun nasıl maymun oldu? 14 Temmuz 2017 00:15
- Sürüden ayrılanı kamera kapar 07 Temmuz 2017 01:33
- Ey ruh, sen kimsin? 30 Haziran 2017 00:52
- Karanlık Çağ’da vampirlere karşı 08 Haziran 2017 23:52
- Genç Karl Marx: Bir başlangıç 19 Mayıs 2017 01:00
- Kaygı'yla gerçeği hatırlamak 12 Mayıs 2017 00:30
- Beyazlar Afrika'da neler çekmiş 05 Mayıs 2017 00:59