‘İki seçim’in gösterdiği!
Fotoğraf: Envato
Geçtiğimiz hafta sonu yapılan Yunanistan’daki genel seçim ve Fransa’daki Devlet Başkanlığı seçimi tüm dünyada ilgiyle karşılandı. Çünkü bu iki seçimin de farklı yönleriyle, sadece Yunanistan ve Fransa’da seçim yapılmasını aşan AB’deki kriz, hatta AB’nin geleceğinin tartışılmasına yol açan gelişmeleri tetikleyecek özellikleri taşıyan seçimler olduğunu, az çok gelişmeleri izleyen herkes fark ediyordu.
Seçim sonuçlarını, bilinen şablonla ele alan basın ve siyasi yorumcular; özet olarak bu seçimlerin sonucunu, “solun yükselişi” ve “sağcıların yenilgisi” olarak karşıladı.
Çünkü AB’nin iki büyük gücünden birisi olan Fransa’da 17 yıldan beri ilk kez, “solcular” sağı yenilgiye uğratıyordu. Yunanistan da ise; “radikal sol”cu olarak görülen Syriza, komünist parti KKE ve Demokratik sol partiler, geçerli oyların yüzde 31.4’ü gibi daha önce görülmemiş bir oy oranına ulaşırken, sağcı Yeni Demokrasi yüzde 30, sosyal demokrat PASOK yüzde 65’ler düzeyinde bir oy kaybına uğramıştı. Bu yüzden “sol yükseliyor” diyenler beylik, alışılmış kavramlar çerçevesinde yanlış bir şey söylemiyorlardı; ama ”sol yükseliyor” demek de görüneni tarif etme ötesinde “yeni bir şey söylemeye” karşılık gelmiyordu.
Çünkü burjuvazi, neredeyse yüz yıldan beri “düzenini”, bir sağın yükselip solun yenilgiye uğradığı, sonra da solun yükselip sağın yenilgiye uğradığı bir “tahterevalli demokrasisi” üstünden meşruiyet kazandırmaktadır. Dahası burjuvazi, genellikle sağ partilere yaptıramadığı “sağcı önlemleri” solculara, solculara yaptıramadığı “solcu uygulamaları” da sağcılara yaptırarak, “Demokrasinin ne büyük imkanlar içeren bir rejim” olduğunun kanıtı olarak da göstermiştir, göstermektedir de. Yakın geçmişte İngiltere’de İşçi Partisi, Almanya’da Almanya Sosyal Demokrat Partisi, Yunanistan’da sosyal demokrat PASOK, sağcı partilerin uygulamaya cesaret edemediği pek çok liberal, neoliberal politikayı uygulayarak, seçimlerde “solun yenilgisi” olarak gösterilen sonuçlar almışlardır.
Bu yüzden de bu son iki seçimden “solun yükselişi”ni çıkarmak ve bu çerçevede kalmak, bu “tahterevalli düzenini” aşmamak, ilk kriz dalgasından hemen sonra da “solun yenilgisi” tartışmalarını beklemek anlamına gelecektir. O zamana kadar da solun yükselişiyle övünüp tatmin olmak da kâr sayılabilir elbette!
Ancak bugün durum, geleneksel sağcı ve solcu düzen partilerinin tahterevalli oyunuyla açıklanamayacak etkenler tarafından biçimlendirilmektedir. 11 Mayıs 2012 tarihli gazetemizde Deniz Uztopal’ın Paris’ten “Fransız seçmenlerin nasıl oy kullandığı”na dair verdiği ilk rakamlar bile son derece önemli iki şeyi göstermektedir. Bu sonuçlardan birincisi, Fransa’daki seçimlerin Hollande’ın Sosyalist Partisi’ni aşan bir “sınıfsallığa” işaret ederken ikincisi ise Hollande’a oy veren seçmenlerin yüzde 55’inin Hollande’ın programına değil, Sarkozy’e ve onun temsil ettiği politikalara tepki olarak oy kullandıklarını göstermesidir. Bunlar çok önemlidir. Çünkü Hollande da sonuçta, Sarkozy’nin “sol”daki izdüşümüdür ve Fransız emekçileri Sarkozy’e tepkileriyle, Hollande’ın da uygulamaya devam edeceği politikalara karşı olduklarını ilan etmişlerdir.
Öte yandan bu sonuçlar, AB’deki krizin atlatılamadığı, dahası AB’nin derindeki çelişmelerinin harekete geçip, sistemin çözülmesini gözle görülür hale geldiği koşullarda ortaya çıkmıştır. Ve bu süreç, Almanya’da metal işçilerinin bir genel greve doğru ilerlediği ve daha şimdiden 350 bin işçinin uyarı grevleriyle hareketlendiği; yine İngiltere’de 400 bin kamu emekçisinin, İspanya’da eğitim iş kolunda bir genel grevin kapıya dayandığı; Portekiz, İspanya, İtalya gibi ekonomilerin kırılganlıklarının artmaya devam etmesi gibi etkenlerle de birleşmektedir.
Ve sonuçta Hollande ne kadar istese de Merkel-Sarkozy ikilisi kadar “yapışık bir ikili” (Merkozy) oluşturmayı başaramayacaktır. Bu da AB çapında siyasal istikrarsızlık etkenlerini artırıcı olacaktır.
Öte yandan Yunanistan’daki seçimler, bırakalım güçlü bir sermaye hükümeti, bir hükümetin kurulmasına dahi imkan vermeyen bir sonuca yol açmıştır.
Bütün bu ve muhtemel gelişmeler dikkate alındığında;
1- AB’nin çözülme işaretlerinin arttığını ve AB’yi kuran büyük sermaye güçlerinin değerlerinin ve bu değerleri savunan en has partilerin (muhafazakar ve sosyal demokrat) büyük bir itibar yitimine uğradıkları ve sürecin bu partilerin daha etkisizleşeceği gelişmelere işaret ettiği,
2- Son yıllarda hissedilmeye başlayan işçi sınıfı ve emekçilerin kendi iktidar seçeneklerini yaratmalarının dayanaklarının çoğaldığı ve sistemin çözülmesinin hızlanmasına bağlı olarak bu dayanaklarının daha da çoğalacağı kaçınılmaz görünmektedir. Bu yüzden de “sol yükseliyor”, “sağ çöküyor” söylemini ve arkasındaki sığlığa prim vermeden işçi sınıfı ve emekçilerin kendi iktidar seçeneklerini geliştirmeyi öne çıkaran girişimlere hız vermek, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi talepleri etrafındaki birlik, bu birliğin oluşturacağı güçle siyasete müdahale için çalışmak bugünün en acil görevi olarak ortaya çıkmıştır.
İki seçimden bugün çıkarılması gereken en önemli ders budur.
Ve elbette bu gelişmelerin Türkiye’ye de söyledikleri vardır. Ve elbette yeri ve zamanı geldikçe onları da tartışacağız.
- ‘Devlet benim’ demek yetmedi; ‘Türkiye benim, İslam benim’ diyor 28 Ağustos 2018 01:00
- Korkak kim, cesur kim; gerçek nerede? 24 Ağustos 2018 01:00
- 'Çocuk istismarı'na karşı mücadele 09 Nisan 2018 01:00
- İfade özgürlüğünün ne ‘alanı’ ne de ‘sınırı’ kaldı! 15 Şubat 2018 00:55
- Doların yükselişinin faturasını kim ödeyecek? 04 Aralık 2016 05:44
- Mücadeleye daha ileri bir bilinçle devam! 23 Kasım 2016 00:59
- Kılıçdaroğlu barışı mı savunuyor çatışmayı mı? 20 Ağustos 2016 00:58
- ‘Muhatap millet’ demek ‘muhatap yok’ demektir! 27 Ocak 2016 01:00
- Haritadan silerek birlik mümkün mü? 11 Kasım 2015 01:00
- Mücadeleyi yenileme zamanı! 07 Kasım 2015 00:56
- Bir kez daha; Birimizin derdi hepimizindir! 06 Kasım 2015 01:00
- ‘Sistem’ dayatıp ‘fiili başkanlığa’ razı etmek! 05 Kasım 2015 01:00