Süper Lig, yıl boyunca yaşanan kargaşaya, kışkırtmaya, şiddete yakışacak kadar muhteşem(!) bir finalle son buldu... Yöneticilerin karşılıklı açıklamalarıyla iyice yükselen tansiyon şiddete dönüşmek için Galatasaray’ın şampiyonluğunu bekliyordu. Bu durum gerçekleşince de korkulan(!) gerçekleşti. Polis şiddeti elbette göz ardı edilemez ancak bu, barbarlıklara ve vandallıklara da gerekçe gösterilemez. Karşılıklı kışkırtıcı açıklamalar yetmezmiş gibi, bir de ağızdan ağza yayılan, “12 yaşında bir çocuk bıçaklanarak öldürüldü” yalanıyla provokasyonun dozu daha da artırıldı... Sonuç ortada...
“Çocuk öldürüldü” yalanıyla iyice azgınlaşan fanatikler, koltukları parçalayıp sahaya fırlatırken, o koltuk parçalarının kendilerinden daha aşağıdaki tribünlerde yer alan başka taraftarların kafasına isabet ederek ciddi yaralanmalara ya da ölüme sebebiyet verebileceğini düşünemeyecek kadar kendilerinden geçmişlerdi. Görüntülerde, üst kısımdaki tribünlerden sahaya doğru fırlatılan pek çok koltuk parçasının alt kısımdaki taraftarların yanı başına düştüğü görülüyor.
Muhabirlere, kameramanlara saldırarak makineleri, kameraları kırıp parçalamak,  bununla da tatmin olmayıp stadın basın salonunu basıp kelle avcılığı yapmak da cabası...
Tabii Galatasaraylı fanatik cengaverler(!) de final günü boş durmadılar. Karşı yakadan maça gelmeye çalışan Fenerbahçeli taraftarlara ve taraftarları taşıyan araçlara saldırarak barbarlık ve vandallıkta diğerlerinden geri kalmadıklarını gösterdiler.
Şiddet olaylarını değerlendirirken hep bu olayları çıkaranların çok küçük bir azınlık olduğu ve ceza verilirken olaylara karışmayan büyük kitlenin mağdur edilmemesine özen göstermek gerektiği dile getirilir ya... Acaba gerçekten öyle mi?.. Olaylara karışmamak, illa ki karşı çıkmak anlamına gelmiyor ne yazık ki. Nitekim bugüne kadar çoğunluk kabul edilen kitle ya da gruplardan olay çıkaranlar hakkında hiçbir olumsuz ses (tepki, kınama, protesto vs.) duymadık. Bu durum; çoğunluğun, olaylara karışmasa da olayları onayladığını göstermiyor mu? Tam tersine yöneticiler başta olmak üzere herkes şiddetin faillerine her zaman sahip ve arka çıkıyor, onları ellerinden geldiğince koruyup kolluyor... Aslında bir azınlıktan söz edilecekse bunun; gerilimden ve şiddetten gerçekten rahatsızlık duyan ama buna karşılık seslerini duyuramayacak kadar küçük ve etkisiz kalan bir kitle olduğu açık değil mi?.. Ve bu durumda da elbette şiddetin sonu gelmiyor. “Üç beş kişinin yaptıkları kulüplere mal edilemez” klişesi fanatikleri daha da cüretlendirmekten başka bir işe yaramıyor.
Tabii futbol bilgileri kahvehanelerde bu işin muhabbetini yapan ortalama vatandaşınkinden öteye geçmeyen ama köşe yazarı oldukları için kendilerini yazmaya mecbur hisseden Cengiz Çandar, Can Ataklı, Bedri Baykam gibi medya yiğitlerinin(!) futbol kültürüne yaptıkları derin katkıyı(!) da görmezden gelemeyiz. Bu bilirkişilerden(!) Cengiz Çandar, olaylardan ötürü Fenerbahçe’ye ne hakla ceza verilebileceğini soruyor mesela. Utanmasa, “Olayların sorumlusu Galatasaraylı yöneticiler olduğu için Galatasaray hükmen yenik sayılmalı, Fenerbahçe şampiyon ilan edilmeli, kupayı da Alex’e ben vermeliyim” diye yazacak...

Şiddet sorununun üstesinden elbette cezalandırma yöntemiyle değil, gelişkin bir spor kültürünün ve spor bilincinin bu alana hakim kılınmasıyla gelinir. Ceza hiçbir zaman kesin çözüm olamaz. Ancak spora yeni ve gelişkin bir kültürü hakim kılabilmek uzun vadede gerçekleşebilecek bir olgu. Ve de ne yazık ki bu, günümüzde gerilimden beslenen ve büyük çıkar sağlayan kulüplerin istediği bir şey değil. Çünkü gelişkin bir spor kültürü ve bilinci demek, fanatizmin kökünün kazınması demek. Bu da elbette kulüplerin işine gelmez. İnsani ve sportif değerleri savunan bir kültür spora damgasını vurursa, kulüpler 12. adam misyonuyla uyuttukları taraftarları nasıl soyacaklar, rakipleri ve hakemleri caydıran, sindiren, baskı altına alan bir güç olarak taraftarları nasıl kullanacaklar?.. Kutsallık payesi verdikleri ama önünde ayrı, kolunda ayrı şirketlerin logosunu taşıyan reklam tabelası görünümündeki formaları taraftarlara nasıl satacaklar?..
Kimileri de sadece olay çıkaranların cezalandırılmasını, bu kişiler yüzünden kulüplerin ve dolayısıyla diğer taraftarların cezalandırılmasının haksızlık yarattığını söylüyor. Futbolu yönetenler, bir yandan gerilime ihtiyaç duydukları bir yandan da olay çıkmasını istemedikleri için işte böyle çıkmaza sürükleniyor, çözüm bulmak adına çaresizce debeleniyorlar. Olay çıkaranları yakalayıp maçlardan uzak tutmakla şiddet sorunu çözülebilir mi?.. Bu soruya da olumlu yanıt vermek zor. Milyonlarca fanatik taraftarın bulunduğu ve bunun yanında her türlü kışkırtmanın pervasızca yapılabildiği, cehaletle kuşatılmış bir ortamda takımı için kendisini “feda” etmeyi göze alabilecek birileri her zaman çıkacaktır. Taraftarlar arasında, “Senin için ölürüz” tezahüratını pratiğe dökebileceği anı büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla bekleyen çok sayıda kahraman(!) adayı bulunduğunu tahmin etmek zor değil.
Öte yandan ülkemizde, UEFA organizasyonu kapsamında oynanan maçlarda niye olay çıkmadığı sorgulanıyor. Çünkü herkes böyle bir durumda kulübün ağır bir bedelle karşı karşıya kalacağını çok iyi biliyor. UEFA suçu bireyselleştirmeden salt kulübü sorumlu tutarak caydırıcı bir etki yaratabiliyor ama bizdeki cezalar sonradan hafifletildiği ya da tamamen kaldırıldığı için caydırıcı etki yaratmanın uzağında kalıyor.
Mevcut kokuşmuş spor ortamının egemenleri, spora yönelik bakış açıları gereği her zaman hem gerilime hem de cezaya ihtiyaç duyacaklar... Bundan kurtuluşları yok... Bu durum onların en büyük açmazlarından birisi... İnsanlığa yakışan, gerilimsiz ve cezasız bir spor, başka bir anlayışı, başka bir kültürü bu alana hakim kılmakla gerçekleşebilir ancak... Günümüzün rant temelli spor anlayışında ise böyle bir durum tabii ki mümkün değil. Baksanıza maçlar bitti, yöneticilerin birbirlerini suçlayan karşılıklı atışmaları hâlâ bitmedi... Kışkırtmanın hiç ara verilmeden doludizgin sürdürüldüğü bir ortamda barış, dostluk, kardeşlik boy verebilir mi?..

KUPA, NAMUS MU?

Ne kadar hastalıklı bir spor algısına sahip olduğumuzu final maçıyla bir kez daha gördük. Bir taraf rakibine kendi sahasında kupa verilmesinin onurunu lekeleyeceğini ve tarihinde kara bir sayfa oluşturacağını düşünürken, diğer taraf da rakibinin sahasında kupa kaldırmanın tarihinin en parlak, en onur verici başarılarından birisini elde etmek anlamına geleceğine inanıyor. Spora yönelik “namus davası” misali bu sığ ve ilkel bakış açısı, beraberinde ister istemez komiklikler de doğuruyor. Onurlarının lekelenmesini(!) istemeyen yöneticiler acilen çare(!) arayışına girişiyorlar. Kupanın verilmesini engellemek için stadın ışıklarını kapatıyor, çimleri sulatıyor, yüksek sesle müzik çaldırıyorlar. Ama diğer taraf da son derece kararlı. “Gerekirse sabaha kadar bekler, kupayı burada alırız” düşüncesinde diretiyor... Şampiyonluk kupasının nerede ve ne şekilde verileceği konusunun bu denli önemsenip temel sorun haline getirildiği bir yerde, sporun hangi değerinden söz edilebilir ki?..

MAÇLAR BİTTİ KIŞKIRTMA BİTMEDİ

Yöneticiler, teknik adamlar ve sporcular, söyledikleri olumlu sözlerin rakip taraftarların gözünde hiçbir anlam taşımadığını artık anlamalılar... Bu laflar taraftarlara “masal” gibi geliyor...  İstersen saatlerce barış, dostluk, kardeşlik üzerine döktür ama arada sadece birkaç kelimelik kışkırtıcı bir şey söylüyorsan, diğer söylediklerinin hepsi boşa gidiyor. Çünkü insanların, olumlu sözlerden değil, kışkırtıcı sözlerden etkilenmelerini sağlayan arızalı bir hassasiyet durumu yaratılıp yaygınlaştırıldı. Rakip kulüp yöneticilerinin yaptıkları kadar, kendi kulüp yöneticilerinin bazı açıklamaları da -tahrik olmaya son derece meyilli- taraftarları fena halde etkiliyor.
Söz gelimi Aziz Yıldırım, final maçından birkaç gün önce bir açıklama yapıyor. Bu açıklamada, “İyi oynayan, hak eden kazansın” gibisinden olumlu ifadelerin yanı sıra, “Sabrımızın da bir sınırı var”, “Kulübü ligden çekeriz” gibi tehdit ve şantaj içeren söylemler de yer alıyor.
Bu tür söylemlerin çıkan olaylarda etkisi yok mu? Yıldırım’ın bu laflarını duyan fanatikler, kendilerine sezon boyunca fena halde haksızlık yapıldığı düşüncesini kafalarına yerleştirerek, patlamaya hazır bir bomba gibi maça gitmediler mi?..
Futbolun centilmenlerinden(!) Aykut Kocaman da maçtan sonra Galatasaray’ı kutluyor ama hemen ardından hakemlere yönelik imalı açıklamalarda bulunuyor. Beşiktaş ve Trabzonspor maçlarındaki hakemlere lafı çaktıktan sonra sıra Cüneyt Çakır’a geliyor. “Cüneyt Çakır da bugün çok güzel maç yönetti. Şahane bir maç yönetti, tebrik ediyorum onu” diyerek kendince ironili göndermede bulunuyor. Şampiyonluk kaybedildi ya bir bahane bulması gerekiyor elbette... Bu tür göndermeler, taraftarların hakemler hakkındaki olumsuz ön yargılarını biraz daha pekiştirmekten başka ne işe yarıyor?..
Tabii Ünal Aysal’ın açıklamaları da diğerlerinden aşağı kalmıyor.. O da, kupa Saracoğlu’nda verilmeseydi bu kez kendi taraftarlarının olay çıkaracağından, onları asla kontrol edemeyeceklerinden söz ediyor... Bu sözler, insanları düpedüz şiddete teşvik etmek anlamına gelmiyor mu?..
Kazanmanın (rantın) kutsandığı ve kazanmak (ranta ulaşmak) adına her yolun kabul gördüğü, bunun yanı sıra kuralların güçlünün çıkarı doğrultusunda belirlenip uygulandığı bir spor ortamında şiddete karşı samimi bir mücadele verileceğine inanabilir miyiz?..

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!

Peşkeşe ‘dur’ de!

Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
5 Mart 2025 - Sefer Selvi