28 Mayıs 2012 10:53

‘Doz’a bağımlı siyasetle nereye?

‘Doz’a bağımlı siyasetle nereye?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Başbakan Erdoğan, artık hiçbir “sınır” tanımadan konuşuyor. Hele de haksızsa, daha da hak hukuk tanımadan konuşuyor ve karşısındakini sindirerek haklı olduğunu kanıtlamaya çalışan bir yöntemi benimsiyor.
Ama Başbakan son zamanlarda giderek, bütün sınırları aşarak, sadece kendisinin haklı görülmesini her söylediğinin mutlak gerçek olarak kabul edilmesini, onun söylemediği her şeyin de o aksini söylemediği sürece doğru olabileceğini dayatan bir üslup ve tutum izliyor. Bunun en son örneğini, Uludere’de 34 köylünün katledilmesiyle ilgili değerlendirmelerde gördük. Başbakan, kendisinden başka herkesin yanlış söylediği tezini, kendi aralarında çelişkiye düşen, kendi partisinin en üst düzey temsilcilerine kadar getirdi. Birbiriyle çelişen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’e ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’e, “Siz susun bakalım; ne söylenmesi gerekiyorsa ben söylerim!” dedi. Ve kendisinden başka herkesin (bakanların ve AKP sözcülerinin) Uludere katliamı konusunda konuşmasını yasakladı!
Yasak sadece kendi partisine de değildi elbette. ”Konuşma!” diyerek susturamadığı muhalefet ve basına Başbakan; çıktığı her kürsüden, “bölücülük”ten “terör örgütüyle ortaklığa”, “yabancıların uşaklığından”, yalancılık, beceriksizlik ve yeteneksizliğe,… aklına gelen her hakareti etmekten çekinmiyor. Hele de iyice köşeye sıkıştığı konularda!
Pazar günü yapılan AKP İstanbul İl Kongresi’nde Erdoğan, bu suçlamalarını bir adım daha ileri götürerek, “Uludere’de katliam emrini hangi hayvan verdi?” diyen BDP Milletvekili Hasip Kaplan ve “Uludere’de katliam emrini kim verdi?” diye ısrar edenleri “nekrofili olmakla(ölü sevicilikle)(*) suçladı. Ve bir adım daha atan Erdoğan; bu konuda hükümeti ve Genelkurmayı eleştiren gazetecilere de; “Daha düne kadar üniformalılar yazdıklarından dolayı azarlıyorlardı. Onların o tasmalarını biz çıkardık. Şimdi ise boyunlarına uluslararası tasmaları taktılar” diyerek en saldırgan cunta şeflerine bile rahmet okutacak bir üslupla saldırdı.
Bekir Coşkun, köpeğine “paşa” adını verdiği için, “kaleminden pislik akıyor” diye suçlayan Başbakan şimdi kendine muhalefet eden gazetecileri “tasmalı köpekler” olarak ilan etmektedir!  
Uludere katliamı konusunda böyle sıkışmış olmak yetmiyormuş gibi, Başbakan geçtiğimiz hafta sonunda bir konuyu daha gündeme getirdi. Sezaryene karşı olduğunu kürtajı da, “Uludere katliamı ile aynı vahimlikte” gördüğünü belirten Başbakan, bunların “Türk milletini tarihten silmek isteyen uluslararası şer odaklarının stratejisinin bir aracı” olduğuna kadar da götürdü. Böylece cümle ırkçıları, şoven milliyetçi kesimleri büyük bir sevince gark etti.
Birdenbire, “üç çocuk” teşvikinden kürtajın cinayet olmasına, sezaryene karşı olmaya geçen ve kadınların yüzyıllık mücadelelerinin kazanımlarını ortadan kaldırmaya hazırlandıklarının işaretini veren açıklama kimi muhalif çevrelerce, “Uludere katliamını gündemden düşürmek üzere açılan bir saptırma hamlesi” olarak değerlendirildi. Elbette Uludere sıkışmışlığı dikkate alındığında, Erdoğan’ın konuyu gündeme getirmesi gündemi saptırma isteği olarak görünebilir. Ancak şu daha da önemli bir gerçek ki; kadınların böyle açıkça bir saldırının hedefi yapılması, milyonlarca kürtaj yaptırmış kadının cani, kendi çocuğunun katili ilan edilmesinin arkasında Başbakanın kendi stratejik niyetini açıklama çok daha önem kazanmıştır. Böylece Başbakan bir taşla iki kuş vurmayı; hem gündemi saptırmayı hem de asıl “niyetini” de bu vesileyle açıklamayı amaçlamıştır.
Bu “niyet” aslında “dindar gençlik yetiştireceğiz” söylemiyle açığa vurulan, 4+4+4’le eğitim boyutunun yürürlüğe sokulacağı anlaşılan, eğitim müfredatının içeriğini daha dini bir karaktere büründürme girişimleriyle geliştirilen (TRT, üniversiteler, her türden eğitim kurumunu kapsayan) bir stratejinin kadınların yaşamlarının “muhafazakarlaştırılması” için yapılan bir girişimdir. Bu yanıyla da kürtajın cinayetle eş tutulması, AKP’nin ve Hükümetinin stratejik yönelimiyle tam uyumlu bir hamledir. Bu yüzden de bu hamle, “Yok canım bu gündem saptırmasıdır” denilip üstünden atlanacak bir sorun değildir.
Peki, Başbakan neden her geçen gün üslubunu daha da sertleştirmekte abartıya, yalana, hakarete, çarpıtmaya başvurmaktadır; bu bir günlük tercih midir?
Elbette hayır! Halk dalkavukluğu ile beslenen bir zeminde yükselen AKP propagandası; her gün daha yüksek bir heyecan unsuruyla beslenmek zorundadır. Bu yıl 50 bin kişiyle yapılan İstanbul İl Kongresi’nin bir dahaki sefere daha kalabalık ve tantanalı yapılmazsa memnuniyetsizliğe yol açması gibi, Erdoğan ve Hükümeti kendisini, görüşlerini daha gürültülü ve heyecan uyandırıcı yollarla yapamazsa etkisinin olmayacağı bir labirente sokmuştur. Dolayısıyla artık; kürtaj ve sezaryen gibi bilim ve tıbbın konusu içinde tartışılacak konular bile skandal sayılacak tarzda, “cinayet, katliam” suçlaması biçiminde gündeme getirilmektedir. Ya da gazetecileri eleştirmek için onlara “tasmalı köpekler” demeye kadar varılmaktadır. Ancak bir dahaki sefere bunlar da kesmeyecektir! Çünkü AKP propagandası bağımlıya uyuşturucu vermeye benzemiş olup, etkili olması için her seferinde “doz”unun daha da artırılması gereken bir tarza bürünmüştür. Ve bu yol, “altın vuruşa” giden yoldur!  
Peki, sonra ne olacaktır; AKP Hükümeti bu labirentten çıkabilecek midir?
Bunu da yakında göreceğiz herhalde!

(*) “Nekrofil”nin anlamı; “ölülerle sevişme” eğilimidir. Yoksa ölüler üstünden siyasi çıkar sağlama girişimi değildir. Bu yüzden de Erdoğan sadece olayları değil içeriği yüzlerce yıl tartışılıp belirlenmiş kavramları da çarpıtmaktadır. Tüm öteki yalana, iftiraya, karalamaya sarılanlar gibi.

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa