03 Haziran 2012 19:53

Demokratik Cumhuriyet

Demokratik Cumhuriyet

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Özal anayasanın bir maddesinin ihlal edilmesinin önemli olmadığı gibi akıl almaz parlak fikirler ortaya atmıştı. AKP kurmayları ve başbakan da devamlı olarak herkesin anlayabileceği bir anayasa yapılacağını söylemekteler. Bu iki yaklaşım da anayasanın nasıl ilgisiz ve bilgisizce algılandığının çok açık kanıtıdır.
Sondan başlayacak olursam, anayasalar, adı üstünde, yasaların da üzerinde temel ilkeleri kapsayan üst düzenlemelerdir. Bu itibarla anayasaların bireyler tarafından okunacağının, hele de anlaşılacağının düşünülmesi meseleye nasıl hafif bakıldığının göstergesidir. Eğer böyle olmuş olsa idi, hukuk fakültelerinde bir yıl boyunca bu ders okutulmazdı. Anayasalar halkın okuması için değil, yasa yapıcılarının uyması için yapılır. Anayasayı ihlal eden birey olmaz, ama anayasayı ihlal eden siyasi karar ve/veya uygulama olur. Anayasalar siyasetçinin baskı ve zulmünden bireyi korumak için yapılır. O nedenle, bireysel ve toplumsal hakların ihlalinin önlenmesi için yetki alanları sınırlandırılmaya çalışılan siyasi otoritenin anayasayı yapmaya kalkması anlaşılır gibi değildir. Kuram bu meseleyi çözmüştür: anayasayı kurucu meclis yapar, oluşturulan anayasaya göre siyaset sahne alır. Anayasayı “ben” yapacağım dayatması ile anayasanın bir kez ihlalinin önemli olmadığı görüşleri arasında hiçbir fark yoktur! Bizlere olağan gelen böylesi siyasi cesaretleri(!) ya da cahillikleri bir İngiliz duysa herhalde çıldırırdı. Bunun nedeni İngiltere’de yazılı bir anayasanın olmaması değil, fakat anayasal ilkelerin toplum bilincine nakşedilmiş olmasıdır.
Bu yazının başlığı ile bu konuların ne ilgisi olduğu düşünülebilir. İlgi şu ki, “demokrasi” sözcüğünü kararlara katılım, “cumhuriyet” sözcüğünü de halk topluluğu olarak kabaca tanımlarsak, kapitalist toplumlarda ve farklı güç ilişkilerinde bunun ne denli olmayacak bir şey olduğunu kuramsal olarak olduğu kadar, ülkemizdeki uygulamalarda da açıkça görebiliriz.
Bir ay kadar önceleri açıklanan vergi teşvik önlemleri (daha doğrusu kamusal fonlardan sermayeye yapılan aktarma) ile bugünlerde memur maaşlarına yapılan komik zamlar karşısında hükümetin tavrına baktığımızda, “cumhur”a saygı duyulmadığı gibi, yönetim biçiminin de “demokratik” olmadığını açıkça görürüz. Sermaye kesiminin kamu kaynaklarına katkı yapmadan ve hiçbir haklı ve ekonomik gerekçeye dayanmadan bu kaynaklardan kendisine aktarım yapılması talebine anında yanıt verildi; kendilerine gümüş tepsi içinde büyük bir paket sunuldu. Buna karşın memurlar ise gasp edilmiş haklarından sadece bir bölümünü istedi, sonuçta daha verilmeden geri alınan komik oranlar (zam değil!) aldılar. Bu iki durumda siyasal örgütün takındığı tavrı yan yana getirdiğimizde, istersek “hukuksuzluk” diyelim, istersek “anti-demokratik tutum” diyelim, her durumda “demokratik cumhuriyet” kavramı ve olgusundan söz etmemiz olanaklı değildir. Memur maaşlarına yapılan zam karşısında paniğe kapılan Maliye Bakanı, nedense sermaye kesimine yapılan bağış(!) karşısında kaynak kaybı endişesi taşımadı. İşin insanî boyutunu ihmal edip salt ekonomi ekseninde düşünerek dahi, sermayeye yapılan bağışın yatırımları artırması yanında, emekçiye yapılan zamların da verimliliğini yükselteceği rahatlıkla ileri sürülebilir.
Demokratik cumhuriyet sınıflı toplumlarda olanaklı değildir. Zira kapitalist toplumlarda alınan her karar bazılarını diğerlerine göre kayıran nitelikte olduğundan, bir grubu mutlu eden bir kararın başka bir grubu mağdur etmesi kaçınılmazdır. Kapitalist sistemde kararlara taleplere göre değil, güç ilişkilerine göre alınır. Toplumda sınıflar arasında oluşan bu fark ancak iki şekilde kısmen telafi edilerek toplumsal huzursuzluklar önlenebilmektedir. Birinci koşul toplumun varlıklı olması ve üst gelir grubu ile alt gelir grubu arasındaki farkın açılmasına rağmen,   her kesime oldukça makul asgari gelir düzeyinin sağlanabilmesidir. Mamafih, kapitalizmin pembe dönemi geride kaldıkça, kapitalizmin bu rahatlığı da bir şekilde sonlanacaktır. Gelişmekte olan ve gelir düzeyi geri toplumlarda her kesime belirli bir asgari gelir düzeyinin sağlanması olanaklı olmayınca, ikinci çare olan ideolojik uyutma mekanizmaları devreye sokulmaktadır. Çağımızda yükselen dincilik, siyasete bürünmüş tarikat ilişkileri geri ekonomilerde siyasal narkoz işlevi görmektedir. Toplum bu iktidarın dokuz yılında bekledi de, onuncu yılında mı sezeyan ve kürtaja yöneldi!  
Türkiye’ye gelecek olursak, hemen her dönemde olduğu gibi, özellikle de IMF politikalarını büyük bir sadakatle uygulayan AKP döneminde toplumsal sınıf farklılıklarının “kutsal devlet” ya da “hepimiz aynı gemideyiz” mantığı ile halledilebilir olmadığı gün gibi ortadadır. Böyle bir toplumun siyasal şiddet öncülüğünde her kademede toplumsal şiddete sürüklenmesi oldukça doğaldır. Küreselleşme politikaları ile dışa açılan ekonomi modelinde toplumu yönetmek, geçmiş dönemlerdekine göre çok daha zordur. Zira birinci durumda genel gelir düzeyi düşük olmakla beraber toplumsal sınıflar arasındaki gelir farkları genellikle küçüktür. Buna karşın ikinci modelde toplumun genel gelir düzeyi yükselirken, toplumsal sınıflar arasındaki gelir farkları büyür ve toplumsal huzursuzluklar artar. Toplumsal sınıflar arasında gelir farklarının büyüdüğü açık toplumun yönetimini tarikat ilişkileri de uzun süre götüremez. Böyle bir toplumda önce yönetim güçlüğü oluşur, siyasiler ve yöneticiler rahatlıkla halkın içine giremez olur, siyaset giderek sertleşir, önceleri birbirine sımsıkı kenetlenmiş kadrolar, çözülen toplum modelinin olası sonuçlarından ürkerek tedricen çözülür ve azgın dalgalar arasında boğulmamak için çırpınan birey misali sulara gömülür!

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa