Yüreğimin götürdüğü yerdeydim nicedir. Dolanıp durdum ayları bulan günlerce. Gözümün gördüğü, soluğumun yettiğince…Ve de bacaklarım dayandığınca…
Sayrıevindeydim. O kapıdan bu kapıya gittim geldim. Göz görebilsin, kulak duyabilsin diye… Mide su kaynatmadan sindirebilsin, boşaltım yolu doğru dürüst çalışabilsin diye… Sinirler gerilmesin, yürek bunlara bozuk çalmasın diye… Yaşanmışlığın ve yaşlanmışlığın bedenin iç ve dış, alt ve üst yapısında neden olduğu yıpranmaları bir ölçüde onarabilmek için. Toplu ve tek ölümlerin bolca olduğu, çocuk aldırmanın, sezaryen yöntemiyle doğumun yasaklanmak istendiği, kadın bedenine iyiden iyiye el konulmaya çalışıldığı bir ileri demokrasinin egemen olduğu yaşamda “yıkılmadım ayaktayım” diyebilmek içindi her şey.
Benim seçimimdi kuşkusuz yüreğimin sesine uyup yola çıkmak da doktorların yönlendirmesinin etkisi daha çoktu. Kime gitsem, “Başka kapıya” dercesine bir başka doktoru önerdi. Gözcüm, kan basıncıma bir göz attırmamı, mideme ve çevre yollarına bakan da yüreğime baktırmamı salık verince bütün kapıları çalan ben oldum, kapıları birer birer...  
Yüreğe dokunulacakken, hadi ona giden yollar da elden geçsin dedim. Belki günün koşullarına uydurulur tek yönlü çift yollar yapılır, varis denilen tümseklere bir çözüm bulunurdu.
Boğazdaki hırıltı ve kaşıntıya ayıp olmasın diye onları da götürdüm bir kapıya. “Kanal İstanbul” çılgınlığı gibi bir şey düşünülmeden giderilebilirdi belki sorun. Her yıl bakımdan geçme zorunluluğu olan boşaltım yolları doğal olarak sıradaydı. Sayrıevine adım atmışken tendeki ağarmalarla kararmalar da ortak bir yerde benzeştirilebilirdi belki.
Bu koşullarla girdiğim her kapıdan ya yenilenmiş hapımla ya da yeni bir hapla çıkıyordum. Kimse yüzüme karşı hapı yuttuğumu söylemiyordu; ama ha bire hap yutturuyordu. Demek ki asıl hapı yutmaya daha vardı. Öyleyse git gidebildiğin yere coşkusuyla ve bütün varımı yoğumu ulusal tıbba adamak duygusuyla çalıyordum kapıları. Bende çok büyük değişiklikler olmasa da hiç değilse iyi bir deneme tahtası olarak sağlıkçılara deneyim kazandırdığımı düşünüyordum.
Bu koşuşturma içindeyken duygularımı uzaktaki dostlarımla paylaşmak istedim. Facebook denilen yere yüreğimin götürdüğü yerde olduğumu yazdım, bilgilendirdim kendilerini. Beğenen çıktı. O ortamın dilinde bunun başka bir anlamı var mıydı bilemezdim; ama konuşulan dile vurulduğunda hoş durmamıştı doğrusu. Akrabalıktan dostluğa atandıktan sonra eski sıcaklığın ısı yitimine uğradığı insanlardan böyle bir beğeni(!) almak hiç hoş değildi. “Bunun beğenilecek nesi var. Ölüyorum yahu!..” diye bağırmıştım facebook denilen yerde yüzlerine karşı… Yanıt gelmedi. Belli ki beğenmemişlerdi. Beğenselerdi bir yanıt gelirdi.
Bu durum ve koşullar içinde bu işin sonunun nereye varacağını düşünmeye başladım. Nereye varacağını az çok biliyordum da ne zaman varacağını kestiremiyorum. Kanlı mı varacaktı, kansız mı?.. Süründürecek miydi, gönendirecek miydi? Nereye, nasıl varacaksa bir an önce varsa da ben de ilk gençliğimde yaptığım gibi şöyle gerine gerine ölmeye yatayım istiyordum. Her yanımı ölümün kokusu sarmışken. Giderek de yakınlaşırken. Aynı katı paylaştığım kapı komşum, sayrı yatağında sürgün yemiş sakin adamın sakin sakin; ama kısa sürede sonsuz sürgününe gidişini izlerken. Herkes önüne konulmuş yaşamı iyi kötü sürdürürken baldızların büyüğü, yıllardır elinden alınmak istenen; ama savaşarak kazandığı o en hak edilmiş yaşama uzun direniş sonrasında yenik düşmüşken…
Yani yaşamda neşe kalmamışken inanılır gibi değildi inadına yaşamak. Onun için kapı kapı dolaşıp yaşam dilenmek. İyi bir yaşam için tüketirken yılları, daha da kötüleşen yaşamda zorla küreklere asılmak. Tek din, tek dil, tek adam ve sonrasında da şeyhülislamla yaşamak zorunda kalmak. “Atam izindeyiz” çığlıkları, “Sen kalk da ben yatam” ağıtları arasında.
“Ölüm bize ürküntü vermiyor” demiş ya ozan, ortada vatan da kalmayacağı için “Vatandan ayrılmanın acısı zor” diye sığınılacak bir neden de yok artık. Öyleyse…
Ne mutlu erken gidene dünyadan;
Hele hiç bu dünyaya  gelmeyene!..   
Havanın tutarsızlığı da içimi, dışımı kararttı yahu!.. Ozanın dediği gibi beni bu havalar...

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

İliç siyanür faciasının üzerinden 1 yıl geçti. Hava, toprak ve su zehirlendi; 9 işçi can verdi. Daha fazla altın için kuralsız çalışmanın önünü açanlar aklandı. Halk zehirlenmiş doğa ve işsizlikle baş başa. Facianın ana sorumlularından uluslararası maden tekeli SSR, hisse senedi değerlerinin yükselmesiyle felaket öncesine geri döndü. İliç’teki altın için de “iş birliği içinde olduğu iktidarla” pazarlıkta.

Türkiye’de siyanür kullanılan 24 maden var. Bunların 10’u fay hattı üzerinde.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Grevdeki Çelikaslan Tekstil patronunun kardeşi: "Benim zenginliğimi Allah verdi."

Evrensel'i Takip Et