Bir ‘Türk demokrasisi’nden söz edilebilir mi?-II
AKP yönetimini ve politikalarını Türkiye’nin “demokratikleşmesi”yle uyumlu; hatta bunun koşulu gösteren, buradan da “İslam ile demokrasinin uyumu”nu vaaz eden propagandanın açmazı, siyasal alan başta olmak üzere toplumsal yaşamın zapturapt altına alınması politikasıyla karşıtlık göstermesidir. Bir “Türk demokrasisi”nden söz etmek ise, ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu öncesinden başlayarak bugüne kadar gelen süreç göz ardı edildiğinde mümkün olabilir. Böyle oluşunun uluslararası ve iç etkenleri ve nedenleri bir gazete makalesinin sınırlarına sığmayacak kadar detay gerektirmekle birlikte iki ana başlıktan söz edebiliriz: İlki, Türk burjuva devletinin emperyalizm koşullarında, ulusal bağımsızlığın kazanılmasıyla, ancak iktisadi bağımlılık koşulları içinde kurulmuş olmasıdır. İkinci önemli etken ise, işçi sınıfı ve hareketinin, diğer emekçi kesimlerini de etrafında toplayarak siyasal demokrasinin gereklerine uygun bir politik şekillenmeyi gerçekleştirecek gelişme düzeyi ve gücüne ulaşamamış olmasıdır. Biraz açarak söylenirse, gelişme süreci kısaca şöyledir:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, emperyalist işgal ve sömürgeleştirme girişimlerine karşı, ulusal Türk burjuvazisinin öncülüğündeki bir kurtuluş savaşıyla ve burjuvazi ve büyük toprak sahipleri iktidarı olarak doğdu. İktidarı ellerinde tutan güçler -özellikle üst kesimleri- bir süreç içinde emperyalizmin içerdeki başlıca dayanağı haline geldiler.
Kuruluşundan itibaren, işçi ve emekçi muhalefetini ve taleplerini yasak ve terörle bastırarak egemenliğini sürdürmeye çalışan burjuvazi ve büyük toprak sahipleri iktidarı, emperyalizm ile bağlarının güçlenmesiyle daha da gericileşti. Kürt ulusu başta olmak üzere, farklı ulusal toplulukların varlığı inkar edilerek asimilasyon politikaları geliştirildi. Takrir-i Sükun ve Mecburi İskan Kanunları çıkarılarak baskıyla sindirme politikası yoğunlaştırıldı. Ulusal hak eşitliği taleplerine ve bu doğrultudaki isyanlara karşı girişilen bastırma harekatları ve toplu katliamlar 1937-38 Dersim Katliamı’yla zirvesine ulaştı. Emperyalizme bağımlılık ve emperyalist güçlerle iş birliğinin gelişmesine de bağlı olarak, tek parti yönetimindeki burjuvazi-büyük toprak sahipleri devletinin, işçi sınıfına, emekçi muhalefetine karşı politikaları giderek sertleşti. Alman ve İtalyan faşist yönetimlerinin hukuksal-siyasal sisteminden adapte edilen gerici-faşist yasalar uygulamaya geçirildi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar, iş birlikçi hakim sınıfların ülkeyi, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin bölgedeki en önemli ‘ileri karakolu’ haline getirdikleri yıllar oldu. Komünizme karşı savaş söylemi eşliğinde ve sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturulan cephenin bölgedeki en önemli güçlerinden biri Türkiye, diğeri İran’dı. 1947’de uygulamaya geçirilen Marshall Planı ve Truman Doktrini’ne bağlanan Türkiye, 1952’deki NATO üyeliğiyle, emperyalizmin bölgedeki en önemli saldırı üssü haline getirildi. “Tek Parti despotizmi ve diktasına karşı millet iradesi ve özgürlükler” söylemiyle halktan oy isteyen ve hükümeti kuran DP, Amerikan emperyalizminin en sadık iş birlikçisi olarak, baskı ve saldırıları artırdı. Sendikal olanları dahil siyasal-sosyal talepleri polis zoru ve yasaklarla ezmeye çalıştı.
1950’li-60’lı yıllar, sermaye birikimi ve yabancı sermaye girişinin artmasıyla kapitalist gelişmenin hız kazandığı yıllardı. Kırdan kente nüfus göçü arttı, büyük kentler başta olmak üzere önemli kent merkezleri işçi-işsiz yığınlarının biriktiği yerler oldular. Bu nesnel gelişme işçi-işsiz emekçi kitlelerinin kendi talepleriyle mücadeleye atılmalarına da ivme kazandırdı. Karşılığı ise artan baskı, yasak ve devlet zorbalığıydı. İş birlikçi büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri devleti, DP Hükümeti eliyle bu mülk sahibi egemen sınıfların iktidarını korumak üzere baskı politikalarını yoğunlaştırdı. İşçilere ve öğrenci gençliğe karşı saldırılar, burjuva muhalefetine, ilerici aydınlara karşı sindirme operasyonlarıyla birleşti.
1960-2010 arası son elli yıldır iş birlikçi-tekelci büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri iktidarı, burjuva parti fraksiyonlarının kurdukları gerici-antidemokratik ve şoven-milliyetçi hükümetler ile ve halkın muhalefetinin yükselmesine bağlı olarak, bu muhalefetin önünü kesmek ve ezmek üzere askeri cuntaların sık sık yönetimi aldıkları, gerici, antidemokratik ve faşist karakterde uygulamaların iç içe yürütüldüğü siyasal yönetim şekliyle, işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerine; Kürt ulusu başta olmak üzere azınlık ulusal topluluklara, Aleviler başta olmak üzere ezilen mezhep ve inanç gruplarına, gençliğe, aydınlara ve kadın cinsine karşı zalimane yönetimini sürdürüyor. Daha baştan antidemokratik, şoven milliyetçi karakterde şekillenen bir devletin, emperyalizm ile bağları ve iş birlikçi özelliği geliştikçe daha da gericileşmesi kaçınılmazdı. İşbaşına gelen hükümetlerin tümü halk kitlelerine demokratik siyasal ve sosyal haklarda iyileştirme, daha rahat koşullarda yaşamalarına hizmet edecek politikalar izleme vaatlerinde bulunmalarına rağmen, bununla tümüyle zıt yönde; baskı ve saldırıların kapsamını genişleten politikalar izlediler. Menderes, Türkiye’yi “küçük Amerika”ya çevireceğini söylüyordu. Erdoğan, ABD’nin “en güvenilir adamları” listesinin ilk sıralarına yerleşti. Demirel, Özal, Çiller hükümetleriyle askeri cuntaların gerçekleştirmeye çalıştıkları programlar, emperyalistler ile iş birlikçi büyük burjuvazinin çıkarına olanlardı. Hedefinde her zaman işçi ve emekçiler duruyordu. IMF politikaları ve 24 Ocak 1980 kararları bunun ifadesiydi. AKP, cuntaların ve siyasal gericiliğin emekçi düşmanı politikalarının ürünü ve onların sağladıkları sosyal iktisadi ve sosyal ortamın ürünü olarak işbaşına geldi ve uluslararası sermaye ve iş birlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarına uygun, sömürü ve baskıyı artıran politikalar izledi. Siyasal hukuksal ifadesini 1920-30’larda en açık şekliyle İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun yasalarında bulan sistem, emperyalist gericilik ile bağları genişleyip işbirlikçilik arttıkça devlet güvenlik mahkemeleri, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yasaları ve özel yetkili mahkemeler ile teçhiz edildi.
Ülke, tüm kaynaklarıyla emperyalist uluslararası sermayeye açıldı, “kamu işletmeleri” özel sermaye şirketlerine ve büyük uluslararası tekellere peşkeş çekildi. İşçileri en ucuza ve en kötü koşullarda, sosyal haklardan yoksun tutarak çalıştırmaya, kent-kır emekçilerini yoksulluk koşullarında tutmaya hizmet eden; işsizliği, açlık ve yoksulluğu dayatan bir politika idi bu. Türkiye’nin burjuva siyasal gerçeğinde bir kez daha görülen, emperyalizm iş birlikçisi büyük sermaye hükümetlerinin, halk kitlelerinin siyasal özgürlüklerinden yana olamayacaklarıydı. Burjuvazi, özellikle de tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri tarafından ve onların çıkarlarını temsil eden partiler aracıyla bir “Türk demokrasisi” ya da ülkenin demokratikleştirilmesi söz konusu değildi. Nitekim, demokratikleşme bir yana, sendikal ve siyasal örgütlenme, grev ve gösteri, söz-basın-yayın özgürlüğü son derece güdük ve ancak uğruna büyük bedeller ödenerek sınırlı şekilde kullanılabilmektedir. Herhangi bir işçi ya da diğer emekçi kesimlerin eyleminin zorba yöntemlerle bastırılması ya da tümüyle yasaklanması hükümetlerin, polis amirleri ve savcıların hükmüne bağlıdır. İşsizlik, düşük ücret, sosyal güvencesizlik, eğitim hakkı gaspı, devlet dini dayatması ve devletin din üzerinden ayrımcı politikaları, Kürt ulusunun ulusal hak eşitliği talebinin reddi ve ulusal ayrıcalıklar politikası, mücadeleye uyanan gençliğin zapturapt altına alınması ve kadına yönelik baskı, “demokratikleşme” ya da “Türk demokrasisi” söyleminin kofluğu ve dayanaksızlığının göstergeleridir.
Uluslararası ve ‘ulusal’ alandaki sınıf güç ilişkileri üzerinden ortaya çıkan çeşitli olay ve gelişmelerin etkisi reddedilmemekle birlikte, burjuvazi ve hükümetlerini demokratik talepleri kabule, bu yönde uygulamalara, ancak işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kitlelerin mücadeledeki kararlılıkları, bu mücadelenin sermaye güçlerini geriletecek düzeyde sürdürülmesi zorlayabilmiş ve mecbur bırakmıştır. Bu güne dek gelen sınıf mücadeleleri tarihinin gösterdiği bir sonuçtur bu. (Makalemizin üçüncü ve son bölümünde bunu ele alacağız.)
EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!
Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.
Evrensel'i Takip Et