11 Temmuz 2012

'Laiklik' yalanı ve din devleti politikası!

Alevi inançlı bir milletvekilinin “Mecliste cemevi talebi”ne, Meclis Başkanının Diyanet İşleri Başkanlığının görüşlerine dayandırılan ret yanıtı, Türkiye’de, dinin ve bir mezhebin, devlet yönetiminde ve yönetme politikasında  sahip olduğu yeri, bir kez daha ortaya koydu.  Meclis Başkanı Cemil Çicek, Mecliste cemevi açılamayacağını, -orada ama namaz kılmak için mescit var-, Diyanet İşleri Başkanlığının “Alevi tanımı”nı gerekçe edinerek ret etti.
Resmi söyleminde ve yasalarında “devletin laik” vasfına vurguyu ihmal etmeyen Türk burjuva siyaseti açısından da bu bir skandaldır! Skandaldır ama, bir gerçeğin de sere-serpe ortaya konmasıdır. Meclis Başkanı, bir din kurumunun görüşünü dayanak göstererek, Alevi yurttaşların ‘inançları’na karşı devlet ve hükümet tutumunu “haklı” göstermeye çalışırken, aynı din kurumunun -ki Sünni mezhep ve tarikatlarının devlet aygıtında yer alan kurumudur- “İslam dininin ibadet yerleri camilerdir” fetvasını esas almıştır. Meclis Başkanı bu tutumuyla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik olduğu üzerine resmi ve egemen görüş halinde ne yazık ki toplumsal kabul düzeyine yükseltilmiş  olan yalanı, “Millet iradesinin temsil kurumu” olarak lanse edilen parlamentonun başındaki kişi olarak bir kez daha teyit etmiştir. Cemil Çiçek, devleti temsilen, Cami’yi  “meşru ve tek ibadet yeri” olarak ilan etmiştir. Çok sayıda dini ve mezhepsel inanç gruplarının yaşadığı bir ülkede, din adına bu ‘devlet tutumu’, yurttaşların inançları üzerindeki resmi dinsel tekelin açık ifadesidir ve hem ‘insan hakkı’, hem de sözüm ona kanun önünde “tüm yurttaşların eşitliği” ilanı ve söylemine aykırıdır. Açık gerçek şudur ki, ikide bir ve sadece başkalarını suçlamak için, başkalarına karşı savaşlarında kitleleri yedeklemek için, kitlelerin insani duyarlılık ve dinsel inanç ve duygularını istismar etmek üzere “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!” özdeyişine baş vuranlar, tüm halka haksızlık yapmakta, ama halkın bir kısmını, diğer kısmına/kısımlarına karşı dayanak edinmeyi de başarmaktadırlar.
Burada sorunumuz, açık ki, Meclise “cemevi” açılıp açılmaması değildir. Laik bir devletin parlamentosunda, resmi tüm diğer kurumlarında cami, mescit, cemevi, havra, kilise, vs, vb. olmaz. Politikacılar ve ülkeyi yöneten diğerleri, var ise kişisel inançlarını, politikaya alet etmeden, gösteriş yapmadan, halkın şu ya da bu kısmına karşı ideolojik-politik ve psikolojik baskı unsuru haline getirmeden, ‘kendi özel mahalleri’nde “terennüm eder”, ama ifşa etmezler. Ama, Türkiye’de yaşanan, yaşanagelen bu değildir. Din, aksine bir politika aracıdır. Burjuvazi sadece resmi ve tüm ülkeye, tüm yurttaşlara buyruk bir din kurumu oluşturup onu devlet bütçesinden finanse etmekle kalmamış, burjuva politikası da oldum olası, din üzerinden yurttaşlara seslenme, onların eğilimlerini, çıkarlarıyla uygun olup olmamasından bağımsız olarak sermayenin çıkarları yönünde yönlendirmeyi esas almıştır. Politikacılar ve generaller, üst sivil ve resmi bürokratlar namaz ve oruç gösterilerinden geri durmamışlar, konuşmalarında dini etkiyi kullanmaya özen göstermişler, din okulları ve kurumlarını yaygınlaştırmayı sürdürmüşler, bunları halk ile ilişkilerinde bir istismar aracı olarak değerlendirmişlerdir. Bugün de, devlet -ve onun organı olarak hükümet, dini ideolojiyi ve  kurumlarını Sünni İslam’ın “kuralları” üzerinden güçlendirip yaygınlaştırıyor. İşte, (4+4+4) eğitim sistemi. İşte, birbiri ardına imam hatip liselerine çevrilen normal orta eğitim okulları. Zorunlu din eğitimi programına eklenen “Peygamber Hayatı ve Kuran Dersi”. Müftülerin milli eğitim kurumlarına dinsel eğitim programı dayatmaları ve benzeri, ve benzeri.
Hükümet, dinsel ideoloji ve dini kurumları, Cemil Çiçek tarafından bir kez daha ortaya konduğu üzere, Alevi ve diğer “inanç kesimleri” aleyhine olacak şekilde, bir ayrım ve baskı unsuru olarak kullanmaktan geri durmuyor.  Anımsanacaktır; bir süre önce, cezaevindeki bir Alevi mahkum, “inançları gereği” bir Alevi dedesiyle görüşmek istediğini ilgililere iletmiş ve “Millet adına adalet dağıtma”  iddiasındaki mahkeme, Diyanetin görüşüne baş vurmuş, sonuçta da bu isteği reddetmişti. Yani, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade etmek üzere kullanılan burjuva laisizmi bir yalandan ibarettir. Toplum ve farklı toplumsal kesimler, uzun yüzyılların ön yargı ve tapınçlarının da etkisinden yararlanılarak, tüm “hücrelerine dek” dinsel etki, ön yargı ve örgütlenmelerin kuşatmasına alınırken, bir yandan da farklı inançlara sahip emekçi kesimleri birbirlerine karşı ön yargılarla ‘doldurularak’, birbirlerinden ayrı tutulmaya, hatta düşman edilmeye çalışılıyor. Daha, ‘dün’ denebilecek bir zaman önce gerçekleştirilen Maraş, Sivas, Çorum katliamlarının, devlet politikası ve çetelerinin provokasyon ve sabotajlarından bağışık olduğunu düşünen saflar varsa hâlâ, uyanmaları için daha çok ve daha büyük bedeller gerekiyor demektir. Ama şu “dilsiz şeytan” anıştırmasını en çok hak edenlerin, politikasını, sermayenin çıkarlarını temel alarak ve tüm işçi ve emekçilere karşı belirleyenler olduklarını da teslim etmek gerekiyor.
Kanıt bir değil, on değil, binlerce de sıralanabilir. Her gün her saatte sürdürülen saldırılar, sadece dinsel içerikli değil, onları da kapsamak üzere ekonomik-politik, sosyal ve kültürel her alandadır. Sermayenin çıkarları için sürdürülen bu politikalar, dinsel inançlar istismar edilerek, bir tür dinsel kutsamaya da tabi tutuluyor ve böylece işçi sınıfı ve emekçilerin büyük çoğunluğunun “yazgı-kader-rıza” çizgisinde tutulması sağlanıyor. Hükümet ve partisinin ve öteki sermaye partileriyle kurumlarının din politikasıyla asıl kazançları da bu olmaktadır. Bundandır ki, farklı dinsel-mezhepsel inanç kesimlerinin kurumsal güç kazanmalarına ve bu güçlerini yaygınlaştırıp, örneğin her okulda, her devlet dairesi-kurumunda, her işletme ve toplu konut mahallerinde cami-mescit açılması yönündeki hükümet politikasının güç kazanması, gösterilmek istendiği ya da sanıldığı üzere halk kitlelerinin yararına değildir. Her caminin, her mescidin yanına bir de cemevi kurulunca, Alevilerin “ibadet özgürlüğü kazanacakları” beklentisi de bir yanılgıdan öte, dini ideolojinin toplum yaşamına etkisinin sermayenin iktidarına güç verecek şekilde daha fazla yaygınlaşıp güçlenmesinden başka bir şeye yaramaz.
Halk yararına olan, politikanın dini araç olarak kullanmasından, devletin, devlet kurumlarının, sermaye partileriyle politikacılarının dinden ellerini çekmesidir. Burjuva laisizmi için dahi asgari gereklilik, devletin dinden, dinin de devletten “elini çekmesi”dir! Devlet, dinsel kurumları örgütlemekten, güçlendirip yaymaktan, dinsel yargıları devlet yönetme yöntemlerinin aracı olarak kullanmaktan vazgeçmelidir. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir devlet kurumunun, Sünni İslam adına din tekeli oluşturması, bu kurumun görevlilerinin, inanan ya da inanmayan; şu ya da bu mezhep ve dini inanç kesiminden işçi ve emekçilerin sırtından geçinmesi olanağı ortadan kalkmalıdır. “Din ve vicdan özgürlüğü” diye tarif edilen birey hakkı başka türlü herhangi gerçek bir anlam ifade etmez ve bugün zaten etmiyor. Bunun günümüzdeki sorumlusu ise, yalan ve baskıyı; haksızlık ve zulmü; ayrımcılık ve hak inkarını, emek gücü sömürüsüne dayanan sermaye sistemini sürdürmenin koşullarına katan AKP ve hükümetidir.

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!

Peşkeşe ‘dur’ de!

Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
5 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et