18 Temmuz 2012

Gaz, cop, panzer ve Taht’ı Erdoğan

Sermaye gruplarına ait ve çoğu hükümet partisi/partileri ve güçlerinin elinde olan basın-yayın organları, yaşananların “bilgisi”ni hükümet politikaları yönünde, o politikaları haklı gösterecek şekilde ne denli çarpıtırlarsa çarpıtsınlar, ‘acımasız gerçek’lerin, görmek isteyerek bakan herkesin gözüne ve beynine hücum ederek sorular oluşturmasını engellemek mümkün olmuyor. İşte Diyarbakır, ki hükümetçiler, ağız birliği içinde Kürtleri ve örgütleri-partilerini suçlamayı çözüm sandılar/sanıyorlar. İşte Roboskî; ki hükümet sözcüleriyle Cemaat adı altında Türkiye’yi kasıp kavuran din bezirganı siyasal-askeri iktidar gücünün sözcüleri, katliamın faili olmalarını unutturmak için atmadık takla bırakmıyorlar. İşte, ‘Doğu’daki, ‘Güney’deki ve Karadeniz’deki HES vadilerinde, yaşam alanlarını savunmaya çalışan, topraklarını, arazilerini, ormanlarını, soludukları havayı ve içtikleri suyu korumaya; gelecek nesillerinin yaşamını olanaklı kılmaya çalışan yöre emekçilerle devletin polisi ve jandarmasının kıran kırana boğazlaşması.
Gerçek şu ki, liberalinden “sosyaldemokrat”ına çeşitli yazar, akademisyen, sosyal bilimcinin de giderek daha sık söz ettikleri gibi, Türkiye bir tür polis devleti politikasıyla yönetilmektedir. T. Erdoğan ve hükümetinin güç politikasında, polis-asker gücünün, halka nefes aldırmaz şekilde kullanılması çok belirgin hale gelmiştir. Nerede hak talebinde bulunan; yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini savunan ve bunun için şu ya da bu türden pratik eylem içine giren varsa; Cemaat-hükümet güçleri, onları şiddetle sindirmeyi temel yönetim politikası haline getirmişlerdir. TEKEL işçilerini, işten atılmalarını önlemek için giriştikleri eylem nedeniyle ocak-şubat soğuğunda tazyikli suyla uslandırmaya çalışmak da, 14 Temmuz günü Diyarbakır’da halka karşı sıkıyönetim terörü estirip milletvekillerine saldırmak da aynı politik yönetim tarzının yansımalarıdır.
Bu yönetim tarzında ve yönetenlerin dilinde, halk, bin türlü entrikanın gizlenmesi için istismar edilen bir sözcükten ibarettir. Ekonomik, siyasal, sosyal veya kültürel, özellikle de siyasal alanda, hak talep edip mücadeleye yönelenler, karşılarında panzer, cop, tank, top, savaş helikopteri, bombardıman uçağı bulmaktadırlar. Adına demokrasi dedikleri bu siyasal sistemde, sermayenin sömürü ve baskıya dayanan diktasını kabullenip onu sürdürme siyasetine katılmayanların karşısına ya tank-top-panzerli robokoplar çıkar ya da savaş uçaklarıyla “korkunç” gösteriler yapılıp, Roboskî’de olduğu üzere bombalar yağdırılır. Bu sistemde, milletvekilleri, sözüm ona millet iradesinin temsilcileridirler; ama, örneğin Kürt kökenli olmakla kalmayıp Kürtlerin Türklerle eşit ulusal haklara sahip olmaları gerektiğini düşünüyor, söylüyor ve bunun gerçekleşmesi için mücadele ediyorlarsa, iktidar ve avanesinin bakışında “zavallı”, “terör örgütünün uzantıları” vb. ile suçlanarak derdest edilmeleri gerekenler hanesine yazılırlar. Halktan yana, işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve özgürlüklerinden yana bir uğraşı içinde olan, ister milletvekili, ister başka bir alanda olsun, “tehlikeli şahıs”(!)tır; fişlenir, Orhan Doğan- L. Zana gibi ensesinden bastırılarak zindana tıkılır, Salman Kaya gibi sokak ortasında linç edilmeye çalışılır; CHP’li vekil gibi kafası yarılır; bir dönemler Demirel’in işaretiyle Çetin Altan’a yapıldığı gibi param parça yapılmak istenir. Anayasasında ve yasalarında siyasal partilerin ve yurttaşların “hakları” üzerine yazılanlar, gerçekte bin türlü engelle karşılaşır ve ancak büyük bedeller ödenerek, dişe diş mücadelede sermaye güçleri geriletildiği oranda kullanılabilir. “Demokrasi” maskeli bu siyasal dikta sisteminin şefleri, işçiye, emekçiye, gençlik ve kadın emekçi kitlelerine, Kürtlere ve Alevilere karşı “cihad” anlayışına sahip bir geleneğin militan savaşçılarıdırlar. Kapitalizmin ve burjuva gericiliğinin tezgahında yetişmiş/pişmiş; deney edinmişlerdir. “Camileri kışla, Minareleri süngü” bellemiş, devlet kubbesi altında örgütlenmiş, sistemin emrindeki Türk milliyetçisi ve mücahidi olarak, kendi politikalarına “cevaz vermeyen” herkesi düşman bilmişlerdir. Şimdi, ellerinde devlet aygıtı buna göre davranıyorlar ve bu tutumları giderek daha çok insan tarafından fark ediliyor.12 bin polisin “güvenlik” adına Diyarbakır’da estirdiği terör, göstergelerden sadece biridir. Türkiye’de devlet yapılanmasındaki “kuvvetler ayrılığı”nın T. Erdoğan-Cemaat hükümeti yönetiminde laftan öte bir anlamı yoktur. Hükümran-tiran politikasında tümü “tek parti” elinde toplanmış, hükümet-polis-yargı diktasında, halk cendereye alınmıştır. Şurada burada kısmı hakların oluşu-kullanılışı, yeni anayasa yapımı söylemi vb. bu gerçeği örtemez/örtmemelidir.
Türkiye’nin tüm işçi ve emekçilerinin; ulusal hakları inkar edilerek baskıyla sindirilmek istenen Kürtlerin, camiyle terbiye edilmeye çalışılan Aleviler başta olmak üzere çeşitli dinsel inanç ve mezheplerden insanların, cins olarak aşağılanıp baskılanan kadınların bu politikalara karşı, sözde kalmayan; parça parça durmayan bir yeniden birleşmesine ve kitlesel mücadelesine ihtiyaç var. Türk işçi ve emekçisi, Kürtlerin bunca zulme rağmen, hâlâ Türk emekçisiyle birlikte yaşamaktan yana tutumda olmasının değerini bilmek, devlet-hükümet zorbalığına karşı sesini yükseltmek gibi bir tarihsel sorumlulukla karşı karşıyadır. Sorumluluk ise, en başta ileri, sınıf bilincine ulaşmış olanların omuzlarındadır. Ülkede yaşananlar, “nasılsa bana bir şey olmaz, ben devletin-hükümetin politikalarına karşı çıkmıyorum ki” anlayışıyla geçiştirilecek şeyler değildir. Sıranın kendilerine gelmeyeceğini düşünen ya da hayal edenler, SEKA’ya, TEKEL’e, Türk Hava Yolları’na baksınlar. Karadeniz’deki HES direnişlerine katılanlara karşı devlet şiddetini göz önüne getirsinler. Parasız demokratik-bilimsel eğitim istiyoruz diyen gençlerin zindanlara doldurulmasını anımsasınlar. Roboskî’de param parça edilmiş Kürt çocukları-gençlerinin lime lime cesetlerini, ve etrafında halka olmuş Kürtlerin feryatlarını görsün-duysunlar. Bu sadece insani-vicdan sahibi olma gereği değil, bizatihi herkesin kendi bugünü ve geleceğini savunma mücadelesidir.

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

101 milyarlık gasp

101 milyarlık gasp

Enflasyonla mücadele adı altında uygulanan Erdoğan-Şimşek programı, enflasyonu düşürmüyor ama ücret ve maaşları acımasızca ezmeye devam ediyor. DİSK-AR’ın araştırmasına göre sadece iki aylık enflasyon nedeniyle işçilerin, memurların ve emeklilerin cebinden en az 101 milyar lira çalındı. “Enflasyonun nedeni ücret zamları” yalanının foyası da açığa çıktı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
DİSK-AR’ın araştırmasına göre sadece iki aylık enflasyon nedeniyle işçilerin, memurların ve emeklilerin cebinden en az 101 milyar lira çalındı.

Evrensel'i Takip Et