Kardeşlik Meselesi (2)
Fotoğraf: Envato
Kirvem,
Geçen mektubumda “kardeş”, ya da “kardeşlik” kavramıyla ilgili laflarken, sözü, özellikle “dil meselesi”ne getirmiş, buradan hareketle de, mesela daha geçenlerde yurdumuzda tertiplediğimiz, “Türkçe olimpiyatları”yla övünürken, beri taraftan bu coğrafyanın kadim halklarından biri olan Kürtlerin kendi ana dilleriyle ilgili sıkıntılarına, bu bapta çektikleri “çile”ye bir nebze de olsa değinip teğet geçmiştim.
Aslında dünyanın köşe bucağından, yabancı diyarlardan gelen esmer, siyah, sarışın, kızlı-erkekli bilumum çocuklara, bu olimpiyatlar nedeniyle sadece Türkçe şarkı, türkü ya da şiir söyletmekle yetinmeyip, ayrıca onların sarmaş dolaş kendi aralarında kurdukları “muhabbet”in, ilerideki yıllarda belki de ömür boyu sürebilecek “dostluk”lara dönüşmesinin kimseye zararı olmayacağı gibi, tam aksine bir nevi “kardeşlik” duygusuyla harmanlanıp pekişmesine vesile olmak, olabilmek, bittabii ki birbirlerinin ümüğünü sıkmayı marifet sayan insanlar için de ders alınması gereken olumlu bir yaklaşımdır.
İşin bu “romantik”, bu “fantastik” faslını geçersek, diğer yandan rahmetli Turgut Özal’ın bir zamanlar sıkça buyurduğu gibi orta yerde “aççık-seççik” sırıtan bir tezat, tam anlamıyla zelil bir çifte standart, hatta meg parmak daha da ileri gidip söylemek gerekirse “iki yüzlü” bir zihniyetle de maalesef karşı karşıyayız ka yavrus!.
Nitekim dünyanın bir ucundan sanki balmumuyla mühürlenmiş davetiyelerle, ya da önlerine kırmızı halı serercesine alay malay yurdumuzda konuk ettiğimiz bu çocukların yanı sıra, keza onların öğretmenleriyle haşir neşir olup, dahası da dillerimizden düşürmediğimiz “Türk misafirperverliği”yle ağırlayıp, bununla övünürken, öte taraftan bizatihi kendi ülkemizdeki bir kısım insanların, sırf etnik kökenleri nedeniyle önceleri varlıklarını “resmen” inkar edip, ardından da bu faslın, bu yaklaşım tarzımızın kokuşmuş cılk yumurtadan farksız olduğunu, üstelik bu yampiri, bu çağdışı zihniyetin binlerce “vatandaş”ımızın canına mal olduğunu geç de olsa kavrayınca, bu kez de sanki zararın neresinden dönersek kârdır hesaplarıyla, varlıklarını “lütfen” kabullendik ama, hemen akabinde de nedense “dil”lerine kafayı fena halde taktık!
Önceleri kendi dillerinde “lo loo looo” nakaratıyla yaylalarda türkü tutturan çobanları, varoşlarda Kürtçe kaset satan “gariban”ları sorgusuz sualsiz kodese tıkıp, böylece seslerini kısıp, korku belasına sinip köşeye çekilmelerini beklerken, aynı şekilde sırf Kürtçe klip çekmeyi dillendirdiği için Ahmet Kaya’yı, Onuncu Yıl Marşı eşliğinde bir kaşık suda boğmaya kalkışan “vatansever” güruhun çatallı, bıçaklı saldırıları henüz hafızalarda tazeliğini korurken, bu tür dayatmaların, bu tür zorlamaların da zaman içinde “fos” çıktığını, hatta tam aksine geri teptiğini gördükçe, ehh tabii ki biraz da Evropa Birliği’ne kapağı atma sevdalarıyla çar naçar, ister istemez, önceleri dillerine acı biber, isot sürdüğümüz “kart-kurt” kökenli bu insanlarımızın, gari kendi dillerinde izlemeleri için, bu defa da adına “TRT 6” ya da namı diğeriyle “TRT şeş” diye “resmi” bir kanala yol verdiğimiz için nedense böbürlenip durduk!
Aslında laf ola beri gele kabilinden, ya da dostlar alışverişte görsün minvalinde yayına başlayan bu “kanal” sayesinde bu ülkede kimi zihniyetlerin değiştiğini, “yanlış” yoldan bir nebze de olsa dönüldüğünü, bu vesileyle güya kanıtlamaya çalışırken, aslında bu gibi yapay yaklaşımlarla mızrakların çuvala sığmadığını maalesef yine hep beraber şeşi beş gören gözlerimizle ibretle izledik, izliyoruz!
İşte yine haraç mezat mal meydanda ağparik!
Mesela Kurtuluş Harbi’nde hepsi de istisnasız “gavur dölleri” olan İngilizler ve onların taa Avustralya’dan ithal edip Mehmetçiğin karşısına diktikleri Anzaklarla Çanakkale’de dişe diş, keza aynı şekilde Maraş’ta, Antep’te aynı dölün, aynı sopun temsilcileri olan Fransızlarla gırtlak gırtlağa savaşıp, sonra da zaman tünelinde devran dönünce, daha da doğrusu giderek uluslararası arenada yaygınlaşan mesela İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ya da bilmem daha başka hangi fan fin fon dillerinde şehirlerimizin girişlerindeki tabelalara, belki de bir zamanların moda deyimiyle “Bir turist bin turist getirir” hevesiyle gavurcasıyla “Hoş geldiniz” diye yazıp, böylece ne denli “medeni”, ne denli “misafirperver” olduğumuzu güya kanıtlarken, beri taraftan daha geçenlerde “Diyarbakır dört kapi get bah o yar ne yapi” diye türküleriyle meşhur dört kapılı bu tarihi şehrimizin girişindeki tabelalara, üstelik bu coğrafyanın en eski, en kadim halklarının dilleriyle, yani Süryanice veya Ermeniceyle “hoş geldiniz” diye yazan bir tabela koydu diye Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ı neredeyse “aforoz” edip, mahkeme kapılarında süründürmeye neden kalkıştık zo?!
“Kardeş”, “kardeşlik”, evvelemirde kulağa hoş gelen, ama bu coğrafyada, bu ülkede giderek içi boş bir kavrama dönüşen bir lafı güzaf!
Devam edeceğiz Kirvem
- Bitmeyen yazı* 05 Nisan 2022 00:14
- ‘Saltanat kayıkları’ meselesi 19 Mart 2022 23:23
- 'Ayıp' meselesi 12 Mart 2022 23:00
- ‘Yamuk beyinler’ meselesi 05 Mart 2022 21:31
- ‘İp ipullah sivri külah’ meselesi 26 Şubat 2022 23:05
- ‘Laklakiyat’ meselesi 19 Şubat 2022 20:45
- ‘Saz çalıp çığırmak’ meselesi 12 Şubat 2022 22:00
- ‘Demirkazık’ meselesi 05 Şubat 2022 23:20
- ‘Minik serçe’ meselesi 30 Ocak 2022 02:15
- ‘Enkaz’ meselesi 23 Ocak 2022 02:43
- ‘Rektifiye’ meselesi 16 Ocak 2022 03:40
- "Aç tavuk" meselesi 09 Ocak 2022 02:30