Dindardan kindara doğru…

Ergin Orbey de gitti, sessiz sedasız. Güle güle gitsin, ışıklar içinde yatsın. Herkes onu, Hababam Sınıfı’nın müfettişi olarak anarken, ben oyunculuğunun ve yönetmenliğinin ötesinde yöneticiliğinde sevmiştim onu. Batmak, bitmek üzere olan devlet tiyatrolarını bir kimliğe, bir kişiliğe, bir sanat kurumuna dönüştürmüştü genel müdürlüğünde. Ama en çok da Nutuk’tan yarattığı oyununda beğenmiştim. Yanılmıyorsam genç oyuncuların oynadığı görkemli bir oyundu. Ergin Orbey’i de küçük dev adam diye tanımlamıştım oyundan çıkarken. İşte o adam gitti. Belki de iyi etti. Tiyatroların; özellikle de devlet tiyatrolarının geleceğini görmeden gitti. Yoksa dayanamazdı. Belki dayanamadı da gitti.
Her şey, her zaman olduğu gibi saçma sapan bir uygulamadan çıktı. İleri demokrasinin başka bir oyunuydu bu belki de. İncir çekirdeğini doldurmayacak bir konu, hindistan ceviziymiş gibi gündeme sokuluverdi. Oysa ilerlememiş demokrasilerde böyle şeyler olmazdı, ilerleyemediklerinden(!) olsa gerek.
Oysa işler ne güzel de akıp gidiyordu, ülke sınırları içinde bin bir kazan kaynasa da; dışında da yüz bir kazan kaynatılmaya çalışılsa da. Madem her yerde çok sayıda kazan kurulmuş kaynatılıp duruyordu; bir tane de tiyatro sahnesine kuruluverse ne olurdu ki?.. İşte İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı tiyatrolarda da kazan böyle kuruldu. Hem içine; hem de altına tiyatro emekçileri kondu. Çıra da yönetici takımdan birinin eline verildi. Yani, tiyatroların sanat yönetmenliği, tiyatro adamından bir yöneticiye ya da yardımcısına verildi. Oyun seçimini(!) o yapacaktı bundan böyle. Böylece çıra yakıldı ve kazanın altına sürüldü. Şimdilerde pek sesi duyulmasa da fokurdayıp duruyor yine de.
Böylesi bir düşüncenin altında imam hatip çıkışlı, ayaktopçu eskisi biri başbakan olabiliyorsa, sanat yönetmeni de olabilir mantığı yatıyordu belki de. Mantığın doğruluğu tartışılabilir de, yanlışlığı tartışılabilir değil gibi gelir bana. Tek doğru varsa o da yanlış olduğundan öte bir şey değildir. Şimdilerde övgüler düzülen Adnan Menderes, “Odunu aday göstersem, seçtiririm” demişti de o odunun başbakan da olma olasılığı düşünüldüğünde yanlışı tartışmanın yanlışlığının kaçınılmaz olduğu gerçeğinden kaçınılamayacaktır.  
Bu memleket ne başbakanlar görmüştür ki yaptığı bir şey yoktur, yapamadığı ise pek çoktur. Kendileri için yapılmış; daha da yapılması gereken pek çok şey vardır oysa… Bu gerçeklerden çıkılırsa yola, herkesin sanat yönetmeni olabileceği; ama o herkesin sanat yönetmenliğini yapamayacağı gibi bir doğru da çıkar karşımıza. Yani tükürükle, sövgüyle götürülmüyor sahnede işler. Biraz anlamak, hiç değilse anlayana danışmak gerekiyor. Ama, “Ben yaptım oldu”  felsefesiyle de çok şey yapmak olası; hem de olanaklı. 12 Eylül baskıcı düzeninde ve o düzene sövüp sayıldığı bağlantılı düzenlerde olduğu gibi.
Böylesi bir oluşum, tiyatro sahnesini de kaynatmaya yetti ve sanat çevresiyle birlikte tiyatrocular da ayaklanıverdi. Beklemedikleri çabuklukta; ama bekledikleri biçimde de bir tepkiyle karşılaştılar. Tiyatrolar özelleştirilecekti. Tam da, “Ben yaptım, oldu” ürününün mantığıydı bu tepki. Hem de “Kafamı bozmayın, mermi manyağı yaparım” mantığının koşutunda… “Biz herkese aynı uzaklıktayız” sözleriyle biçimlenen balkon konuşmalarının çoook uzağında bir yaklaşım.
Bu yaklaşım(!) altında yaratılan uzaklaşım, ayrışım gerginliği iyice arttırıyordu. Amaç da buydu doğrusu. Gerilim, yüksek gerilim, daha çok yükseltilmiş gerilim. Dağda, bayırda, düzde. Köyde de, kasabada da, kentte de. Ortam gerilince, çatışma kaçınılmaz oluyor; çatıştıkça da yukarılara çıkıyordu. Bir yandan savaş çığlıkları atılıyor, bir yandan cenaze kaldırılıyordu. Dindar gençlik yetiştirme uğruna 4+4+4’e dönüştürülen eğitim dizgesi yeterli görülmemiş olacak ki, yetişmişleri de dindarlaşmaya yönelinmişti. Sanki kimilerinin ya da birilerinin bu konuda eksiği görülmüş gibi. Sanki asıl inançlı, gerçek dindarlar kendileriymiş gibi.
Bu da operaya, tiyatroya, üniversiteye mescit yapılarak giderilecekmiş gibi… Yakın gelecekte, spor alanlarına, salonlarına da düşünülür sanırım benzeri şeyler. Düşünüyorum da, inanan olduklarını söyleyenlerin tanrının ayağına gitmeleri yerine, tanrının ayaklarına gelmesini istemelerini çözemiyorum bir türlü. İleri demokraside inanmışlık böyle bir şey demek ki.  Dindar yapacağız derken, kindar bir toplum yaratmak...

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

Sömürge madenciliği felaketinin yıl dönümünde İliç: Toprak zehirli, halk işsiz

İliç siyanür faciasının üzerinden 1 yıl geçti. Hava, toprak ve su zehirlendi; 9 işçi can verdi. Daha fazla altın için kuralsız çalışmanın önünü açanlar aklandı. Halk zehirlenmiş doğa ve işsizlikle baş başa. Facianın ana sorumlularından uluslararası maden tekeli SSR, hisse senedi değerlerinin yükselmesiyle felaket öncesine geri döndü. İliç’teki altın için de “iş birliği içinde olduğu iktidarla” pazarlıkta.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Başpınar işçilerinin Demokrasi Meydanı'nda yapacağı eylem polis engeline takıldı. BİRTEK-SEN Genel Başkanı gözaltına alınıp serbest bırakıldı.

Evrensel'i Takip Et