Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol
Ne mutlu bize, simit ve su satıp kitap okuyan bir Başbakanımız var. Bir röportajında anlatıyor. Hadi adına takılmayalım, ama söylemeden de geçmeyelim, röportaj verdiği “edebiyat” dergisinin adı ‘The İstanbul Review”. Ne diyor peki? “Fikri temeli olmayan, düşünceyle zenginleştirilmeyen hiçbir hareketin başarılı olamayacağını biliyorduk” diyor hem de... Ve ekliyor; “İşte onun için, hem çok okumaya, hem de geniş bir yelpazede okumaya özen gösterdik”.
Sonra başlıyor saymaya... Liste başında “elbette” Necip Fazıl Kısakürek var. “Bütün bir kâinat muşamba dekor, / Bütün bir insanlık yalana teslim” diyen Sakarya şiiri ve “Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; / Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?” diyen “Çile” şiiriyle...
Gerçek ve yalana dair söyledikleri, bugünlerde daha bir manidar değil mi; Necip Fazıl’ın...
Sonrası Mehmet Akif Ersoy ve Safahat’ı... “Bütün okullarda, her yaşta okutulmalı” diyor Başbakan. Koca Başbakan söylemiş; onu mu kıracağız; “Arab’ın Türk’e, Laz’ın Çerkes’e yahut Kürd’e / Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde…”
Başbakanın su satıp, simit satıp okuduğu, eğitimin her aşamasında okutulmalı dediği “Safahat”tan bu satırlar... Demiyor “tek millet”, diyor ki “hiçbir halkın öbürüne üstünlüğü yok”. Okumak yetmiyor demek ki? Öz ile söz arasındaki “uyumsuzluk”tan bahis açmışken; devam edelim. Daha geriye de gidiyor Başbakan. Hani bir de “geniş yelpaze” demiş ya; ekleyiveriyor Mevlana’yı... Ama onun sözü de bugüne sanki; “Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol / Hoşgörürlükte deniz gibi ol / Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”.
Biz demiyoruz, Mehmet Akif diyor, Necip Fazıl diyor, Mevlana diyor, Hacı Bektaş Veli diyor. Başbakanın tavsiyesine uyup, “geniş yelpaze”de okuyoruz sadece... Hacı Bektaş’tan söz edip Mevlana’yı anmamak olmaz. Onu da sayıyor Başbakan. “Milletin dili ve gönül dünyasını zenginleştiren bir isim” olarak...
“Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek Allah’ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir” diyor Mevlana. “Özür dilemem” diyor devlet-i alinin başı... Uludere’de üzerine uçaklarla bomba yağdırılan gencecik canlar için özür dilemeyen “yüce devlet”in başı; Esad’a “kendi halkını bombaladığı” için esip gürlüyor. Halep’e saldırı hazırlığı yapıyor, “İzin vermeyeceğiz” diyor. Aynı dakikalarda, Türk ordusu Esad’a direnerek topraklarından çıkaran Suriye Kürtleri’ne karşı sınıra yığınak yapmakla meşgul...
Okuyoruz; istek üzerine, Hacı Bektaş Veli. Durur mu, söylüyor da söylüyor. “Çalışan insan kötülük düşünmez” diyor mesela, demiyor “ayaklar baş olmaz”. “Çalışmadan geçinenler bizden değildir” diyor sonra... Alın teri dökenleri üç kuruşa talim ederken, 10 yılda yaratılan milyonerleri, kârına kâr katanları kendinden saymıyor işte Hacı Bektaş. Okudukça Hacı Bektaş’ı biz de saymıyoruz. “Keramet sendedir, tac’da değildir / Her ne arar isen kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de Hac’da değildir” diyor...
Koca Yunus Emre eksik kalır mı, onu da sayıyor Başbakan. “Yunus’un o arı duru, saf, süt gibi temiz Türkçesiyle, gönülden konuşan bir siyasetçi profilinin Türkiye’ye ve siyasetimize çok değer katacağına her zaman inanmışımdır” diye not da düşüyor. Ne güzel söz; biz de inanıyoruz buna canı gönülden. Keşke, Yunus gibi gönülden konuşan, “arı duru, saf, süt gibi temiz Türkçe” kullanan siyasetçiler dinleyebilsek, hep duyduğumuz “Kasımpaşa jargonu” yerine... Nerde?
“Milletin dili Yunus Emre’dir” diyor ya Başbakan, “Hedefiniz millete hizmet üretmekse, bu milletin diliyle konuşmanız gerekir” diye de vurguluyor bir daha... Milletin diliyle söyleyelim; Yunus’un diliyle: “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil”...
Bir değil, kaç gönül kırılıyor bu ülkede her gün her saat her dakika... Bırak gönülü, kaç insan, kaç genç kırılıyor. Kurşunla, gaz bombasıyla, iş cinayetiyle, kadın cinayetiyle... Kaç yüz üniversiteli gencin ailesi “kırgın gönül” ile evladının hapisten çıkmasını bekliyor? İşçiye, köylüye, Kürt’e, Alevi’ye, ateiste söylenen hakaretlerin bini bir para... Gönüller kırılıyor; öfkeleniyor... Bu ülkede “bu kıldığın namaz” mı değil mi, bize düşmez, varsın Yunus Emre söylesin! Milletin diliyle söylesin hem de; milletin gönlünden geçeni söylesin...
Söylesin de, bugün yaşasa ve söylese Fazıl Say ile birlikte “dine hakaret”ten mi yargılanırdı; yoksa “barış” diyerek PKK ile aynı dili kullandığından KCK’den mi, varsın onu da “özel yetkili savcılar” düşünsün!
Peş peşe sıralıyor Erdoğan, bir Falih Rıfkı Atay diyor, bir Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası’nı anlatan kitaplar diyor. Ya okumuyor, ya bizi de okumaz sanıyor. Fahrettin Paşa, Osmanlı’nın teslim belgesini tanımayıp, kutsal kent Medine’yi teslim etmemekte direnen bir Osmanlı Paşası... Falih Rıfkı Atay da, Başbakanın adını verdiği “Zeytindağı” romanında, Medine’den söz ediyor: “Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur”...
Medine’nin “kutsal”lığını esas alan bir beyhude direniş ile Medine’nin dini metalaştırdığı gerçeği aynı cümle içinde! Döndük Hacı Bektaş’a; açık söylemiş Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil zaten aradığımız şey. Bugünün Mekke’si, Falih Rıfkı’nın anlattığı Medine, sütten çıkmış ak kaşık bugünkü Mekke’nin yanında... Nokta kadar kalmış bir Kabe’nin yanında “Allah’a şirk koşarcasına” göğe yükselen koca koca gökdelenler, lüks oteller... Sahi, sadece Babil Efsanesi’nde yoktu Tanrıların göğe yükselmeye çalışan insana gazabı; kıyamet alameti sayardı İslam, öyle değil mi?
Bakın şu Kabe fotoğrafına! Mimar Sinan’ın eşsiz revakları yıkılarak yapılan Zemzem Kuleleri’dir o devasa beton yığını... Kabe manzarasını seyrederek, kutsal su zemzem ile yıkanan zenginlerin mekanıdır. Bu kulelerden daire almış olan 1240 Türk’ün kim olduğunu, hangi “gönül zenginliği üzerine siyaset yaptığını” varsın, Firavun’laşmayı, Karun’laşmayı seçenler anlatsın! İstanbul’un tarihini, kültürünü bu hale sokmayı planlayanları da unutmayalım...
Evet, Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası’nı okuyalım okumasına... Ama okurken; zulüm imparatorluğu Suudi Krallığı’nın yeryüzündeki müttefiklerini de düşünelim... En yakın dostlarını... Bu insansız ve insafsız rejimin prenslerine İstanbul Boğazı’nda yasaları hiçe sayıp Sevda Tepesi satanları da düşünelim... Birlikte ‘Suriye’de demokrasi yok” diye bildiriler açıklayan o Arap ülkelerini, o Türkiye’nin de dahil olduğu İslam birliklerini... Hepsini düşünelim...
Tesadüf olsa gerek, Falih Rıfkı’nın “Zeytindağı” romanı Suriye cephesinde geçer. Yenilginin ardından “Paşam bu harbe niye girdik?” sorusuna yanıt verir Cemal Paşa. “Aylık vermemek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik”. Yanıtı belli olsa da; elbet bir gün sorarlar “Suriye ile harbe girmeye niye bu kadar isteklisiniz?” diye..
Böyle okunur tarih de, edebiyat da... İbret vesikası bir tane değil ki! Su satıp, simit satıp kitap okumak yetmiyor. İnsanın hiç aklından çıkarmaması lazım okuduklarını... Aynı röportajda söylüyor Başbakan; günlük tutuyormuş, hatıralarını yazabilirmiş. Onu da okuruz...
Hani demiş ya, Hacı Bektaş, “Çalışan insan kötülük düşünmez” diye; biz ekleyelim okuyan insan da kötülük düşünmez; okuduğu üzerine düşünüyorsa eğer...
Erdoğan’ın listesinde yer alan, onun seçtiği isimlerin terazisidir bu yazının gösterdikleri... Biz kursak kantarı, Pir Sultan’ı da koyardık, Şeyh Bedreddin’i de; Tevfik Fikret’i de, Nâzım Hikmet’i de... Ayırmazdık öyle Başbakan gibi... Ve kesin bir şey var; yine de sonuç değişmezdi. Hangi kantara vursan, çekeceği okka aynı bu iktidar zihniyetinin...
Başbakanın pek sevdiği bir Mehmet Akif dizesiyle bitirelim... Bu milletin gönül dünyasındaki yerinin hatırına; “millet” adına o söylesin. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” desin; ve yine “millet” adına devam etsin: “Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam / Hele hak namına ölsem haksızlığa tapamam. / Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum?”
Evrensel'i Takip Et