Ulusal gurur üreteçleri
Ne yüzmede kadınların kırdığı rekorlar, ne Michael Phelps’in madalya rekorunu eline geçirmesi… Londra Olimpiyatları devam ederken ülkemiz medyası için varsa yoksa Türkiye’nin madalyasızlığı! Ha bir de “Sultan”, “Peri” olmadan sahaya çıkartmadığımız basketbolcular, voleybolcular…
Türkiye’nin her zaman için en büyük madalya umudu olan halterde “Son umut” olarak Kadınlar 63 kiloda yarışan Sibel Şimşek’in madalyayı kıl payı kaçırması sonrası yaptığı açıklamalar medyanın o diline çok doladığı madalyasızlığı açıklamaya da yetiyordu.
Neydi Şimşek’in yarış sonrası o hali? Bireysel bir hayal kırıklığı, her zamanki performansını podyuma yansıtamamanın ötesinde bir mutsuzluk ve kaygı içerisinde olduğu aşikardı. Biraz önce ağlamıştı ve kendine ne kadar kızgın olduğunu anlatıyordu. Türkiyeli sporcuların henüz madalya alamamasının üzerlerinde büyük bir baskı oluşturduğunu söyleyerek “Kendimi çok sıktım ‘Mutlaka madalya almalıyım, ilk madalyayı ben alayım’ dedim. Kimse madalya alamadı, ülkeme bir madalya götüreyim istedim. Herkes aslında böyle. Tüm Türk sporcuların hepsi aynı psikolojide, hepimiz kendimizi çok gerdik” dedi.
Herkes madalyayı unutup kendi bireysel performansına odaklansa daha başarılı olabileceklerini söyledi, Türkiye halkından özür dileme ihtiyacı hissetti. Şimşek’in bu sözleri Zaman gazetesi için bir “mazeret”ten ibaretti. “Haltercilerin mazereti Bakanı kızdırdı” deniyordu haberde. Şimşek’in sözleri sonrası Spor ve Gençlik Bakanı Suat Kılıç protokolde tepki göstermiş, “Diğer ülkelerin sporcuları baskı yaşamıyor mu” diye söylenmiş. Kılıç’a sormak lazım diğer ülkelerin sporcuları da “Bakanlarının ve medyalarının böylesi tavırlarına maruz kalıyor mu” diye.
Pekiyi nedir senenin 364 günü umurlarında olmayan bir sporcu üzerinde politikacıların, medyanın, halkın bu kadar talepkar olabilmesi, hak iddia edebilmesinin sırrı? Benzer şekilde o sporcunun da tüm bu baskı altında başarısız olduğunda bu insanlardan özür dileme ihtiyacı hissetmesi…
İşin sırrı işin abecesinde, kurulu olduğu sistemin mantığında…
Bu sisteme göre sporcular uluslararası arenada ülkeleri için ulusal gurur üretmekle yükümlü birer askere indirgenmiştir. Bunu yapabildikleri ölçüde başarılı, vatanperver hatta kahraman, başaramadıkları ölçüde de başarısız, işe yaramaz hatta vatan hainidirler.
Sporcular, gençliklerinden başlayarak bu mantığa göre yetiştirilirler ve çoğu zaman bu rolü reddetme gibi bir haklarının olduğunun dahi farkında değildirler. Hoş, farkında olsalar da bu rolün reddinin karşılığı kamuoyunda “vatan hainliği” olduğu için buna cesaret edemezler. Örneğin Süreyya Ayhan, farkında olsun ya da olmasın, tüm baskılara karşı koçuyla evlenerek ve çocuk doğurarak; yani bir anlamda kendi istediği hayatı yaşamayı seçerek bu rolü reddetmiş bir pozisyona sürüklendiği için “vatan haini” muamelesi görmüştür (Doping tartışmaları daha sonraydı). Ayhan’a yapılan muamele basitçe “Sen ülken için madalya kazanması gereken bir sporcusun, nasıl koçunla evlenirsin, çocuk doğurursun”dur.
Kendisine biçilen “ulusal gurur üreteci” rolünü kabullenen bir atlet, Sibel Şimşek’in dediği gibi kendi bireysel performansına odaklanamaz, yalnızca ülke hanesine yazılan madalyaya odaklanabilir. Ve başarısız olduğunda da üzerinde hiç emeği geçmemiş, 364 gün boyunca halter sporu umurunda dahi olmamış, hasbelkader aynı ülkenin sınırları içerisinde yaşadığı milyonlarca insana karşı kendisini suçlu ve borçlu hissederek özür dileme ihtiyacı duyar.
Yıllar boyunca bin bir emekle geliştirdiği yetenekleri sonucu bir ulusal gurur üretecine indirgenen sporcu muharebede yenik düşmüş bir erden farksızdır artık.
Birer “yürüyen reklam panosu” (E.Galeano) ve ulusal gurur üreteci olmak… Modern dönemin ticarileşmiş küresel spor ortamının sporcuyu dönüştürdüğü karakterler bunlar işte.
GÜNÜNYAZILARI









Erkunt işçileri toplu sözleşme talepleri için mücadele ediyor

‘Dilimizi, kültürümüzü korkmadan yaşamak istiyoruz’

‘Biz yarış atı olmaya karşı ayaklandık’

Evrensel'i Takip Et