14 Ağustos 2012 02:57

Bu tablo aslında kimin eseridir?

Bu tablo aslında kimin eseridir?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Cumartesi günü Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, beklendiği gibi Davutoğlu, Erdoğan ve Gül’le görüştü. Bir de bir otelde “Suriye muhalefeti” denilen birileriyle görüştürüldü. “Bu muhaliflerin kimler olduğu” sorusunu Clinton, El Kaideciler, Selefiler, Müslüman Kardeşler, ... demek yerine, “Kadınlar, erkekler vardı. Çok etkilendim!” diyerek geçiştirdi.

SURİYE KÜRTLERİNİN GİRİŞİMİ AÇMAZIN EN SOMUT KANITI OLDU!

Gerek Clinton gerekse Davutoğlu’nun vurgularından anlaşıldığına göre, bu görüşmede “Suriye muhalefetine desteğin artırılması” ve “Türkiye’nin Suriye toprakları üstünde güvenli bölge oluşturma” planı üstünde konuşulmuş. En azından hemen olmasa bile bu plan üstünde ABD ve Türkiye’nin ortak bir çalışma yapması konusunda anlaşmaya varıldığı da söylenebilir.

Bu planın gerçekleşmesinin dayanağı olarak da “Suriye’de sivillere yönelik saldırıların önlenmesi ve sivillerin can güvenliği” ile, “Esad rejiminin kimyasal silah kullanma ihtimali” öne sürülmektedir.

Elbette görünüşte bütün bu konuşmalar, tartışmalar, “operasyonel planlar” üstünde anlaşmalar, sanki Suriye üstüne yapılır görünmektedir ama Kuzey Suriye Kürtlerinin kendi denetimlerinde bir bölge oluşturma girişimlerinin önlenmesi Türkiye’nin “başlıca dikkat noktası” haline gelmiştir. “Güvenlik bölgesi oluşturma” çaresizliğine sürüklenmenin en önemli nedenlerinden birisi de “Suriye Kürtlerinin birleşmesini önleme amaçlıdır” dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz. Çünkü, bütün çirkinliğine karşın hayli yolunda giden Suriye politikasının çamura saplanması da burada olmuştur. Bu yüzden de Davutoğlu-Erdoğan çizgisi dönüp dönüp bu noktaya gelmektedir ve Clinton’un da yerli yersiz “teröre karşı Türkiye’ye daha güçlü destek verme” sözünü tekrarlaması ve Suriye’ye PKK’nin yerleşmesine izin verilmeyeceği anlamındaki ifadeleri de bu kaygıyı giderme amaçlıdır.

GERİLİMLERİN ÜRETİM MERKEZİ TÜRKİYE!

Clinton’un gelmesi öncesinde bölgede İran’la Türkiye’nin ve Irak’la Türkiye’nin Suriye politikalarıyla dolaysız bağlantı içinde karşı karşıya gelmeleri, Şemdinli’ye sızan PKK militanlarının İran üstünden geldiğine dair yürütülen kampanyayla birleştiğinde bölgedeki gelişmelerin hızla birbiriyle birleştiğini görüyoruz. Ve aynı zamanda bölgede giderek ve hızla artan bu gerilimlerin merkezinde Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki yönelişlerle sıkı ilişki içinde olduğu da daha görülür hale gelmektedir.

Söylenenlerin anlaşılması için şöyle de bakabiliriz:

1-) İran 33 yıldır aşağı yukarı aynı rejimle ve iç ve dış politikasında ciddi geliş gidişler olmayan bir ülkedir. ‘90’lı yıllarda Türkiye’ye şeriat ihraç etmek istediği propagandasıyla gerginlikler yaşansa da, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra İran’la ilişkiler ve son bir-iki yıla kadar hiçbir dönemde olmadığı kadar yakınlaşmıştı. AKP Hükümeti İran’la ekonomik, siyasi, kültürel ilişkileri çok ileriye götürmüş olmakla övünüyordu.

2-) Irak’la da Irak’ın ABD tarafından işgali ve sonrasındaki gelişmeler içinde AKP Hükümeti, Irak Hükümetiyle de her bakımdan iyi ilişkiler kurmuş, ortak bakanlar toplantısı yapacak kadar içli dışlı hale gelmişti.

3-) Suriye ile ise tam bir can ciğer kuzu sarması durumu vardı. Vizeler karşılıklı kaldırılmış, iki ülkenin yakın kentlerinden halk kahvaltı için, akşam yemeği için ya da benzin almak için sınırı geçip gelir hale gelmişti. Hatta yetkililer “Artık sınır yok!” diyorlardı. Yandaş basın ortak bakanlar toplantıları ve oluşturulan havaya bakıp, “Bir ülke iki hükümet” diye yazıyor, “Tek hükümet neden olmasın?” geyikleri yapıyorlardı. Öğreniyoruz ki, Esad ailesi Erdoğan’ların konutlarına yaz tatiline geliyormuş!

İşte oluşan bu tabloya bakıp; “Komşularla sıfır sorun dönemi” diye böbürleniyordu Davutoğlu!

DEĞİŞEN KİM OLDU Kİ BURAYA GELİNDİ?

Peki, ne oldu da iki yıldan az bir zaman içinde “sıfır sorundan her şey soruna” gelindi.

Bakıldığında şu kesinlikle söylenebilir ki; son birkaç yıl içinde ne İran, ne Suriye ne de Irak’ın iç ve dış politikasında hiçbir ciddi değişim olmamıştır. Bu yüzden de bu ülkelerden kaynaklı yeni bir sorundan, Türkiye ile ilişkilerini düşmanlaştıracak kadar değişimlerden söz edilemez. Suriye’de halkın başkaldırısı ise sadece bir “dışardan pompalanan yapma isyan” durumudur ve kaldı ki bu bile Suriye-Türkiye ilişkilerinin bugünkü halini açıklamaz.

Türkiye için ise durum tamamen farklıdır. Çünkü AKP Hükümeti, Türkiye’nin dış politikasını “Yurtta sulh cihanda sulh” diye ifade edilen, en azından komşu ülkelerin rejimlerine karışma konusundaki hassasiyet çizgisinden alıp, “yeni Osmanlıcılık”, “aktif dış politikaya dönüş”, “bölgesel güç”, “model ülke olma”, ... gibi emperyal hayallerle beslenmiş; bir yanı maceracı ama öte yanıyla ABD emperyalizminin bölgeyi yeniden biçimlendirme stratejisine bağlanmaya yönelerek, bu üç ülkeyle arasındaki her sorunu büyüten ve kavga konusu yapan bir çizgiye geçmiştir.

TÜRKİYE’DE İÇ VE POLİTİKADA DEĞİŞEN NE OLDU?

Kürecik’e ABD’nin “füze kalkanının radar sitemini” yerleştirerek, İran’ı füzelerin hedefi yapma, Libya’ya saldıran emperyalisit güçlere “kalkan” olma, Suriye’ye müdahalede sınır tanımayan, kışkırtıcı bir müdahale politikasına yönelme, Irak’taki iç çatışmada açıkça taraf olma, Musul-Kerkük üstünde hak iddia etmede laftan öteye geçen girişimlerde bulunma, Ortadoğu’da ABD’nin Şii-Sünni çatışması üstünden strateji yenilmesine açıkça destek verme, ... Bitmedi! İçerde, Kürt sorununda 2009 Mart’ında girilen “açılım”dan dönüp Kürt sorununu, Kürtlerin hak talebinde bulunan güçlerini tasfiyeye indirgeyen inkarcı, tasfiyeci çizgiye yönelme, Kuzey Suriye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakkına müdahale, ... yanı sıra Alevi-Sünni ayırımcılığının kışkırtılması, Sünni muhafazakarlığın derinleştirilmesi, “dindar nesiller yetiştirme” girişimleri, laisizm düşmanlığı, ... doğrultusunda yeni adımlar atılması!

GERİYE DOĞRU DEĞİŞİMİN YARATTIĞI TABLO

Yani son birkaç yıl içinde (*) Türkiye’nin iç ve dış politikasında çok ciddi değişimler yaşandı. Ama bu değişimler daha gerici, emperyalizme daha bağımlı, bölge ülkeleri ve halkları karşısında daha saldırgan ve halkları birbirine karşı kışkırtan değişimler oldu.

Dolayısıyla İran, Irak, Suriye hükümetlerinin izlediği politikalar için de elbette pek çok şey söylenebilir, onlar da sütten çıkmış ak kaşık değildir. Ama bölgede emperyalizmin planlarına bu ölçüde bağlanma, bölge ülkelerinin emperyalist müdahalelerle bu ölçüde karşı karşıya gelme ve Türkiye ile bu ülkelerle çatışma noktasına gelmesinde belirleyici olan Türkiye’nin girdiği iç ve dış politika hattı olmuştur.

Kısacası Erdoğan-Davutoğlu ikilisi ve hükümetleri, bölgede ve Türkiye’deki mevcut tabloyu kendi şahıslarının ve iktidarlarının (arkalarındaki egemen güçlerin) bir eseri olarak görüp övünebilirler. Yok, “Bunda bizim bir payımız yok!” derlerse, o zaman da başkaları tarafından sürüklenen, iradeden yoksun bir hükümet durumuna düşerler. Bu da kendisinde padişah yetkileri vehmeden, muktedir, “derin stratejiler” geliştirme iddiasındaki bir ikili ve hükümetlerine yakışmaz herhalde!

(*) Bu değişimin köklerini 2007 başında yayımlanan MİT raporuna ve 2007 Eylül’ünde yapılan Bush-Erdoğan görüşmesine kadar götürebiliriz. Ama bu yöneliş meyvelerini 2010’dan itibaren vermeye başlamıştır.

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa