25 Ağustos 2012 08:58

Küçe çıkmaz meselesi

Küçe çıkmaz meselesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kirvem,
Bizim oralarda, Diyarbakır’da” sokak” yerine daha çok “küçe” deriz. Sırf bu yüzden de, türkülerimizde sokaktan çok genellikle küçeler ön plandadır:  
“Bu küçe baş aşağı/Belinde şal kuşağı/Hergün gel burdan savuş/Çatlasın el uşağı. Ya da “Bu küçe uzun küçe/Küçeye serdim keçe/Hak yoluna üç kurban/Yar gele burdan geçe.”
Nitekim fi tarihinde, “ayağında kundura” türküsüyle ilk kez sahnelerde boy gösterdikten sonra, ardından Tanrı’nın “Hadi gari yürü ya kulum” babındaki desteğiyle, ehh bittabi ki doğarken yine yüce Allah’ın bahşettiği tiz, “tatlı” sesiyle ünlenen İbo’nun, arada bir dillendirdiği bu türkünün “bir mumdur, iki mumdur, üç mumdur, dört mumdur, on dört mumdur” nakaratı da hayli zaman dillerden düşmeyip, arada bir başka sanatçılar tarafından da dillendirildiği malum.
Yine malum olan şu ki, hemen her şeyin hani affedersiniz amiyane tabiriyle bir başı, bir de kıçı olduğu gibi, keza küçelerin de bu anlamda uzunu, kısası, darı, genişi, eğrisi-büğrüsünün yanı sıra, ayrıca bunlardan belki biraz daha farklı, belki biraz daha boynu bükük, kendi halinde tek tük olanları da vardır, ki bu “gariban”ların adları, sanları ne kadar şatafatlı, fiyakalı olursa olsun, aslında “kader”leri hep aynıdır; çünkü bu küçelerin eninde sonunda değişmeyen tek özellikleri, daha ilk andan, ilk günden itibaren alınlarına kara kalemle yazılıp duvarlarına sanki paslı tenekelerle çakılmıştır:
“Çıkmaz sokak!” ya da bizim diyarlardaki adlarıyla; “Küçe çığmaz!”
Kirvem, yeri zamanı mıdır bilemem ama, mademki, söze “küçe”lerden başladık, evvelemirde şunu belirtmeliyim ki, vakti zamanında, yani eskiden genelde “gavur”ların yoğun olarak yaşadıkları için adı Gavur Mahallesi diye bilinen, özümün de karlı bir kış günü doğduğum Diyarbakır’daki toprak damlı, kireç badanalı evimiz de, Tanrı’nın bahşettiği “alın yazısı” nedeniyle bir küçe çıkmazdaydı.
Nitekim bizler henüz bir karış boylarımızla, “yiğidin malı ortada” babında sere serpe sokak kapılarımızın önünde yaşıtlarımızla oynarken, kazara da olsa yolunu şaşırmış, veya mahallemizden gelip geçerken yanlışlıkla bizim Direkçi Sokağı’na sapanları, daha yolun başında uyarıp, hemen yardımcı olurduk:
“Emice bu küçe çığmazdır getme!”
“Bibi vala burasi küçe çığmazdır!”
“Dayi küçe çığmaza girisen ha!”
Bazen uyarılarımıza kulak kabartıp sokağın görünmeyen köşesine  kadar gidip, sonra da boşu boşuna gerisin geri gelmemek için bize inanıp, yollarını değiştirerek bir başka sokağa sapanların yanı sıra, bazen de sokaktaki bu donsuz, bu “tuman”sız “velet”lerin, bu baldırı çıplak “enuk”lerin laflarını duymazlıktan gelip, bildikleri istikamette gittikten sonra, gerçekten de sokağın dibindeki duvarla karşılaştıktan sonra ister istemez tornistanla yanımızdan geçerken, bizlerle göz göze gelmemeye, biraz da sanki mahcubiyetlerini bu yolla gizlemeye, hatta küçümseyip “adam” yerine koymadıkları için, kendi kendilerine kızıp çekip giderler miydi, kim bilir…
Şimdilerde, Gavur Mahallesi’nde kalan çocukluğumun ardından gele gele nihayet pabucumun bir tekinin çoktan “öte taraf”ı boylayıp, diğer tekinin de onunla, “ikiz kardeş”iyle buluşmak için yavaş yavaş yola revan olmaya hazırlandığı şu sıralarda, köprülerin altından su gibi akıp giden yıllar zarfında her biri başlı başına birer “küçe çıkmaz”ı andıran irili ufaklı hatalarımla, keza sürüsüne lanet okuduğum “yanlış”larımın “cereme”sini bu bitli başım yüzünden az-çok çekmekle kalmayıp, diğer taraftan da şu garip alemde her koyunun, her keçinin kendi bacağından asılacağına dair verilen “fetva”nın da ne denli gerçek olduğunu da geç de olsa ister istemez kabullenip inandım…
Ancak işin bu kişisel faslını es geçip, meselenin özüne dönersek; ülkenin “resmi” kayıtlarına göre “tam”, ama özüme kalırsa “yarım porsiyon” bir “vatandaş”ı, ya da nam-ı diğeriyle “sözde” grubuna dahil “yurttaş”larından biri olarak, maruzatlarımı arz etmem gerekirse diyeceğim o ki, Emin Oktay’ın yazdığı ve yıllar yılı okullarımızda okutulan “milli” ya da “resmi” tarihimizin gari ezbere bildiğimiz “anlı-şanlı” sayfalarının dışında kalan, daha da açıkçası tarihin tozlu raflarına terk edilip “sumen” altı edilen “karanlık” yıllarını bir tarafa dehlesek bile, yine de memleket sathında hele hele özellikle de şu son günlerde görünen acı, kahredici, kanlı, gözyaşlı manzaralara bakıldığında maalesef görünen o ki, gele gele sadece ve sadece şu son otuz yıllık zaman diliminde, devletin en “yetkili koltuk”larında, en muteber “makam”larında oturan bilumum “muhterem” zevatın içinden çıkamadığı gibi, her geçen günle birlikte sanki katmerleşip büyüyen, dahası da önceleri zinhar inkar edilirken, daha sonraları hafif yollu da olsa “lütfen” telaffuz ettiğimiz “Kürt meselesi”ni bir türlü rayına oturtup, insanca, hakça bir yaklaşımla çözemiyorsak, anlaşılan o ki, zırt pırt dillendirdiğimiz “birlik ve bütünlük” veya “kardeş”likten dem vurup, “et ve tırnak” edebiyatıyla süsleyip, sonra da dönüp dolaşıp gelip saplandığımız yere bakılırsa , gerçekten de tam da bir “küçe çıkmaz”ın eşiğindeyiz!
Öyleyse?
Öyleyse, elimizdeki “pusula”yı değiştirmek galiba şart!
Bunu da haftaya konuşalım Kirvem!..

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa