Meclis Başkanının “Mutabakat çağrısı”na bir yanıt!
Fotoğraf: Envato
* Meclis Tören Salonu’nda, gazete ve ajansların Ankara temsilcileriyle ‘kahvaltılı’ bir toplantıda bir araya gelen TBMM Başkanı Cemil Çicek’in, kendi adıyla hazırladığını açıkladığı “Teröre Karşı Ulusal Mutabakat Metni”nin ilk “çağrısı”, devlet-hükümet politikasında “terörist” olarak adlandırılan Kürt direnişçilerinin, “gerilla, özgürlük savaşçısı” olarak adlandırılmaması oldu. Cemil Çiçek, Meclis Başkanı olarak, partisinin genel başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce dile getirdiği bir isteği yinelemiş oldu; gazetelerden ve gazetecilerden, devlet-hükümet adına, “terminoloji”nin düzeltilmesi(!)ni istedi. Türkiye sermaye politikası sahnesinin son otuz yılında, bir tür “muteber adam” etiketiyle Ciçek, “Benim terörist dediğime, siz de terörist demelisiniz!” diye, dikte ederken, kuşkusuz, otuz yılı bulan güncel Kürt direnişinin silahlı tekil eylemler boyutunu çoktan aşıp, kitlesel-ulusal halk hareketi boyutlarına genişlediğinin bilincindeydi. Meclis Başkanı, açıkladığı “metin” ile de, aslında, “Teröre karşı ulusal birlik!” sloganında ifadesini bulan Türkçü devlet “geleneği”ni sahiplenme kararlılığını yeniden dile getirmiş oldu.
* Meclis Başkanı Çiçek’in “Mutabakat Metni”nin en önemli ikinci maddesinin “silahların bırakılması” olduğu da, yine kendisi tarafından dile getirildi. Bu çağrının, devlet-hükümet, düzen partileri ve kurumları sözcüleri başta olmak üzere toplumun çok çeşitli kesimleri adına binlerce kez yinelenerek yapıldığını bilen biri olarak Çiçek, aslında yeni bir şey söylemiş olmadı. “Terör örgütü koşulsuz silah bırakmalı” koşulunu, Kürt sorununun çözümü için istemlerinin başına yerleştirenler, kuşku yok ki, silah tekelini devlet olanın hakkı sayıyorlar. Çıkarları, hakim politik-askeri-mali üst kastın devletleşmesinde temsil olunan sömürücü sınıf ve onun politik siyasal-ve başka-temsilcilerinin, devletin silah tekelinin, kendi tekellerinde oluşu ifade ettiğini elbette biliyorlar. Bu ayrıcalık, Türkçü-Türk ulusçuluğu politikasının bir gücü olup, tekelci Türk burjuvazisinin, kendi dışındaki hemen herkese karşı, gerekli görülen her yer ve durumda kullanmaktan kaçınmadığı bir ayrıcalıktır. Zor bir sindirme aracı olup, en belirgin, en çıplak şekliyle namlunun ucunda temsil olmaktadır. Silahlı güç kullanımının devletin-yani burjuvazi ve sermayenin- devletlunun ve devlet için kurşun atan “kahraman Türk milliyetçileri”nin “hakkı” ve “ayrıcalığı” olarak kalması istemi, “Derhal ve koşulsuz olarak silah bırakılsın!” çağrısının ‘arka yüzü’nü oluşturuyor. Bu araç başkaları tarafından kullanılırsa, ancak o durumda kirli-kanlı sayılabilir; anlayışları budur. Madem ki Meclis Başkanı olarak Çiçek, “silah bırakılmasını” birilerinden istiyorsa, o zaman, burjuvazi ve devletinin halka karşı silahlanma ve silah kullanma “hakkı”nın nereden geldiği de tartışılmalıdır! Devletin silahlandırılmış güçlerinin, hakları için direndiler diye emekçilerin üzerine namluları çevirme, Kürtlere karşı yapıldığı türden bombalarla sindirmeye çalışma, sokakta kurşunlama hakkını kimden, nasıl ve ne için “aldığı?” sorusu yanıtlanmalıdır!
* Tartışılmalı ve yanıtlanmalıdır; çünkü silah tekelinin yalnızca, kapitalistlerin elinde, en önemli kâr kaynaklarından biri olan savaş sanayinin başta gelen özelliği olmakla kalmadığı, bu tekeli elinde tutanların, zorun en vahşi yöntemlerine de baş vurarak, toplumun sömürülen ve burjuva hakimiyeti altında tutulan kesimlerini sindirmedeki en güçlü dayanakları ve araçları olduğu çok açıktır. Tüm burjuva devletlerinde, namluların -şimdi artık yakıcı, kitlesel öldürücü nükleer silahlar daha fazla etkilidir- ucunun, her zaman için içerde halk kitlelerine yönelik olduğunu, ancak tekelin ekonomik-siyasal ve askeri rantını “yiyen”ler yalanlamaya çalışırlar.
* Silaha baş vurulmamasını isteyen devlet-hükümet sözcüleri, askeri yöneticiler, polis şefleri, hakim ve savcılar, silahın kimin elinde olursa olsun, halka, işçilere, kent ve kır emekçilerine, gençlere, kadınlara, kısaca ülkenin her millet, milliyet ve inanç kesimlerinden emekçilerine karşı, her ne gerekçeyle olursa olsun, kullanılmamasını istemezlerse eğer, “silah bırakılması” istemi, “Ben öldürürüm, ama sen elini kaldırma!” demekten başka bir anlama gelmeyecektir. Oysa gerekli olan, silahın ve silahlandırılmış gücün dış emperyalist işgal ve saldırılara karşı savunma amaçlı kullanımı dışında, halkın yaşamını zapturapt altına almanın aracı olmaktan çıkarılmasıdır. Halka ve komşu ülkeler halklarına karşı güç kullanımı olmamalı, silahlı güçler tüm faaliyetleriyle halkın denetimi altında olmalı, kontrgerilla-JİTEM türü militarist örgütler dağıtılmalıdır. Bu gerçekleştiğinde, silahın “hak arama aracı” olarak kullanılmasına da ihtiyaç duyulmayacaktır. Özal’dan beri, devletin üst katlarında “görev icra eden” Meclis Başkanı da, silahlanmış Kürt eylemci kesimlerinin varlığıyla, devletin sorunu silahla “çözme”; silahlı grup ve eylemcileri silah aracıyla yok etme politikası arasındaki koparılamaz bağı bilebilecek bir yönetme deneyimine sahiptir. Ki, “çözüm”den, “çözüm için toplumsal mutabakat”tan söz ettiği açıklamalarında o da, “yok etme” anlayışını, Başbakan ve İçişleri’nin şahin Bakanı savunmaya devam ediyor. Bu anlayışın, bu politikanın “çözüm”e yardımcı olacak bir “sihirli formül”(!) içermediği çok açıktır.
* Peki tüm bu “açık” olanlara rağmen, Meclis Başkanının “çağrısı” ya da “Mutabakat Metni”nde, hiç mi dikkate alınabilir bir şey yoktur?
* Eğer Meclis Başkanı, “mutabakat”tan, bugüne dek olduğu üzere, “Herkesin PKK’ya ve istemlerine karşı birleşmesi!”ni anlamıyor, ya da onu ifade etmek üzere bir mutabakattan söz etmiyorsa, bu mutabakat, Kürtlerin ulusal hak eşitliği, ana dillerini özgürce kullanma ve geliştirme; Türk ulusundan halk kitleleriyle eşit haklar temelinde birlikte yaşama istemlerini, anayasal ve yasal düzlemde sınırlı olmayan bir pratiğe geçirilişi de içermek üzere, “anlaşma”yı içeriyorsa; bunu hedefliyorsa, kuşkusuz dikkate değer olacaktır. Meclis Başkanı Çiçek, eğer, “Teröristin üzerinden eylem koyduğu konular”ın ihmal edildiğini, bunun da bugünkü düzeyde çatışmaların gündeme gelmesinde rol oynadığını düşünüyorsa, dönüp önce “kendi içine”; partisinin, hükümetinin, devletin ve kurumlarının kendi aygıtı ve politikalarına bakmalıdır! Çağrı çıkaracağı ilk kesimler oralardadır. Kürtlerin-silahlı olanları dahil “barış-barış!” diye haykırdıklarını duymayan varsa eğer, onun fiziksel-biyolojik değil sadece, daha ağır ve başka hastalıkları var demektir.
* Çiçek’in bir diğer ‘değinisi’ ve kaygısı üzerinde de durulmalıdır: “demokrasinin geliştirilmesi; hak ve özgürlüklerin daha ileri bir noktaya götürülmesi”nden söz eden Çiçek, “bu yönde” ki adımların “Terör örgütüne ben olmasaydım bunlar olmazdı” propagandası olanağı sağladığından söz ederek, hakim sınıf ve yönetici azınlık adına bir kaygıyı ortaya koyuyor. “Türkiye de böyle bir sıkıntıyı yaşamaktadır kanaatimce” diyor, Meclis Başkanı. “Vatandaş”ın sesine “kulak verdiklerini” ima eden Çiçek, eğer gerçekten kendisi ve temsil etmekte olduğu kesimler, vatandaşın, “Bir araya gelin bu işi çözün!” istemine bir değer veriyorlarsa, çözüm; yani haklarda eşitliğin sağlanmasıyla çatışmaların son bulmasından, kimin, “Bu benim mücadelemin sonucu gerçekleşti” diyeceklerden korkmaları yersizdir. Hak ve özgürlüklerin elde edilmesini, demokratik siyasal-sosyal gelişmeyi, en küçük adımında dahi sağlayacak olanın halkların kendi mücadelesi olması gerçeği, bu durumda da doğru ve gerçek olmaya devam edecektir. Çünkü, Meclis Başkanına ya da devlet ve hükümetin başkaca temsilcilerine “çözüm için adım atılmasında yarar olduğu”nu “emreden” her ne ise, onun da hareket noktası, Kürt sorunu başta olmak üzere toplumsal sorunların çözümü ve insani mutluluğun önündeki sermaye zoru ve barikatlarının kaldırılması için mücadele edenlerin kitlesel gücü ve direncidir.
Evet, “Sadece cenazelere katılıp fotoğraf vermekle yetinmeyecek”lerse, halkın istediği o “daha fazla”sının, “Teröre Karşı Ulusal Mutabakat Metni” olmayıp, Kürtlerin ulusal istemlerinin, kendi iradeleriyle ve hiçbir baskıyla karşılaşmaksızın nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar vermeleri önündeki Türk devlet engellemesinin ve şovenist Türkçü anlayışların son bulmasını sağlamak gerekiyor. Atılacağı söylenip durulan adımların da buna yönelik, buna hizmet etmesi gerekiyor.
- Kaosun geniş mezarlığı 12 Aralık 2024 05:20
- ‘Suriye pastası’ ve duvarların dışına bakmak! 05 Aralık 2024 06:50
- Değişim; nasıl ve hangi yönde? 28 Kasım 2024 06:45
- Kürtçe eğitim Türkiye’yi böler mi? 14 Kasım 2024 04:52
- Bahçeli’nin çağrısı Kürt gerçeğinin neresinde? 07 Kasım 2024 05:41
- Sorun yoksa, telaş niye? 31 Ekim 2024 06:54
- Çürümenin toplumsallığı ve çürüyeni yönetme politikası 24 Ekim 2024 12:47
- İktidarın ekonomi kriterleri 26 Eylül 2024 05:56
- Vicdansızlık! 19 Eylül 2024 05:15
- Derin ve lağımlı bataklık! 12 Eylül 2024 05:58
- Sağın gücü ve işçilerin ‘kör noktası’ 05 Eylül 2024 05:28
- Malazgirt, Bahçeli, HÜDA PAR vs. 29 Ağustos 2024 05:40