Şimdi bakınca İngiliz tipi aristokratlığın pek seçkin bir ritüeli gibi görünür, porselen fincan ve demliklerle Alice Harikalar Diyarında iken içilen beş çayları. Oysa o sütlü çaylar, üzerinde güneş batmamasıyla övündükleri imparatorluklarının dünyayı egemenliği altında tutmasının başlıca simgesiydi zamanında. İngilizler çok değil üç yüzyıl önce çaya alıştılar, hemen akabinde bütün dünyayı kendi çaylarına ve kendi ticaret koşullarına alıştırmak için hiç de vakit kaybetmediler. Kuzey Amerikalılar pahalı İngiliz çayına karşı hep kaçak çay içerdi mesela, 1700’lerde. O zamanlar oraları sömüren İngiltere, Doğu Hindistan şirketinin çayları depolarda kalınca meşhur bir çay vergisi çıkarmıştı da, Amerikalıların denize döktükleri o çaylar bağımsızlık savaşının ilk kıvılcımıydı belki de. Bir de aynı şirketin Çin’den aldığı çay karşılığı oraya afyon satması var ki, ta nereden gelip binlerce yıllık medeniyeti sömürgeleştirmek için namussuzluktan kaçınmadıklarının meşhur hikayesidir.
Çinlilerinki içicilik, atasözlerinde bile demişler; üç gün yiyeceksiz kalmak, bir gün çaysız kalmaktan iyidir.
Bazısı kaçak, bazısı bandrollü ithal çayların adına halk arasında kaçak çay denmesinden rahatsız olunacağı günleri de gördüğümüze göre, üç gün yiyeceksiz kalmaktan daha beterlerine hazır olmamız gerekebilir. Meğer çay içmek, teröre yardım etmenin bir şekliymiş. İstanbul polislerinin eski amiri, şimdi Çukurova’nın doğusunda, ‘90’larda moda olan seçim öncesi verilen “il olsun” fetvalarının sonuncusuyla vilayete eren Osmaniye’nin mülki amiri, medyanın sevdiği adıyla “Cerrah Müdür” bağlantıyı öyle kurdu çünkü: “PKK’ya yardım etmek istiyorsanız, Türk polisini öldürsün, Türk askerini öldürsün istiyorsanız, Türk vatandaşlarını öldürsün istiyorsanız kaçak çay ve sigara için, kaçak benzin kullanın daha ne diyeyim size. Böyle bir Türk vatandaşı olur mu? ‘PKK kahrolsun’ diyorsunuz ama kaçak sigara ve çay içerek PKK’ya destek veriyorsunuz. Nereye gitsem kaçak çay var. Böyle bir şey olamaz.”
Suçu “Kaçak çay içer misiniz” diye sormak olan seyyar satıcının bu fırçayı yedikten sonra ne hale geldiği bilinemiyor, çünkü haberler burada bitiyor. Ama “terör” sopasıyla bütün memleketi sindirme, alakalı alakasız her gün yeni bir baskı çeşidi bulup hayatı halkına zehretme yarışı, bu kafa oldukça daha bitmeyecek. Bugün sıra çaya gelmiş, kırk yıllık kaçak çayın düşman olduğu ortaya çıkmış. Üstelik, diyelim bu iddianın tamamı doğru olsun, yani kaçak çayın geliri PKK’nin kasasına aksın, o parayla polisler, askerler öldürülüyor olsun, bunun hesabının sorulacağı kişi parktaki seyyar satıcı adamcağız mıdır, yanında jandarma komutanıyla oturan koca mülki amir midir? Cevap, seyyar satıcı olmalı, eğer amaç gerçekten kaçakçılığı engellemek değil de yüksek sesle terör diye bağırarak vatandaşı hizaya getirmekse. Hani, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ demiyor muydu, “Gaziantep saldırısı elimizi güçlendirdi” diye, hâlâ o elin insanlar ölmesin diye çalıştığına inanmak mümkün müdür?
Barışa varmadığımız her gün, yeni bir suç ortaklığı çeşidinin icat edilmesine tanık olmak, hiçbirimizi şaşırtmamalı. Silahlar bırakılsın demek terörle iş birliği sayılır, yolda gördüğüne selam vermek ihanet bilinir, “Kürtçe halay” çeken, türkü söyleyen, puşi takan zaten örgüt üyesiyse başından beri, böyle. Bugünlere hep öyle geldik işte, onu deme, teröre yarar, onu yeme, terör gelir, onu yazma, bunu çizme, onunla dolaşma, kimseyle konuşma, oradan geçme, şunu içme, büyüklerin ne derse onu tekrar et. Müzakere deme çatışma de, öldürelim de, öldürelim de, öldürelim de. Başka?
30 yıl savaştan başka bir şey bilmeyen politikaları, onlar da farkında olmalılar, çoktan bayatladı. Barış için taze bir çay demlemeden kimseye rahat yok. Bugün, 1 Eylülde ve her gün.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et