Genç araştırmacı Burcu Şentürk’ün “İki Tarafta Evlat Acısı” adlı kitabı yaz başında İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Burcu Şentürk’ün 168 sayfalık kitabı savaş çığlıklarının kulakları sağır ettiği bugünlerde özellikle okunması gereken bir kitap. Kitap, Türkiye’nin kanayan yarasını bir türlü anlamayanların, bitmek tükenmek bilmeyen acılara hâlâ yabancı olanların bile gözlerini açabilecek denli sağlam bir çalışma.
Burcu Şentürk evlat acısına ışık tutmaya çalışırken, diğer yandan bu acının kaynağı olan çatışmanın dinamiklerini ve nasıl kendini yeniden ürettiğini gözler önüne seriyor: “Kızım küçükken yandaki köy yakıldı, herkesi ayakları çıplak yürüttüler, başka bir köye gönderdiler, yanlarına hiçbir şeylerini alamadılar, her şey yanmıştı. İnanamadı buna kızım, çok etkilendi. Bomba sesleri gelirdi bazen de. İnanamazdı kızım, “Anne niye böyle oluyor?​” diye sorardı hep. Köyde koruculuğu kabul etmeyince burada da rahat bırakmadılar, camımızı penceremizi kırdılar. Kızım lise ikiye gidiyordu partiye katıldığında.” (s.49-50)
Şentürk, Türkiye’de yaşanmış ve hâlâ yaşanmakta olan acıların kaynağında insana ve insanca yaşamaya aykırı düşen bir modern ulus devlet geleneğini görüyor. Bu gelenekte devlet hangi yaşamların yaşanmaya değer olduğuna, hangi yaşamın meşru, hangisinin gayrimeşru olduğuna karar verme yetkisine sahip. Evlat acısını yaşayan insanlar, senelerdir bu geleneğin ürettiği sonuçlarla karşı karşıyalar.
Şentürk, “gayri insani” görme geleneğinden, yani insanları insan saymamaktan söz ederken, Uğur Kaymaz’ın daha on iki yaşındayken bu anlayışa kurban edildiğini saptıyor: Uğur Kaymaz insan sayılmadığı için onun ölümü meşrudur, yasını tutmak veya anmak ise gayrimeşrudur. Polislerin evlerinin önünde öldürdüğü Uğur ve babası, yetkililer tarafından “terörist” damgasıyla damgalanırlar, yani ölümleri meşrudur.Uğur Kaymaz’ı anmak isteyenler “yasadışı örgüt propagandası”, Uğur’u öldüren polisler ise meşru müdafaa yapmaktadır. (s.50-51)
Kitapta, bu geleneğin hem çatışmanın sürmesine, hem de acıları olan insanların acılarının artmasına ve düşmanlığın oluşmasına neden olduğu da gözler önüne seriliyor: “Bir fotoğraf masanın üzerine attı. (...) taşla odunla paramparça... Ne gözleri, dişi, burnu var, ne sureti var. Yerde sürüklenmiş toprak içinde, sinek [dolu]. (...) Dedik ki, bu sizin de olsa tanıyacak mısınız, bu halde kim tanıyacak? Tamam, öldürdün, öldürdün [ama] niye bu hale getirdiniz. O yüzündeki kurtlar böyle belki bir hafta kalmış, kurumuş, ne yüzü kalmış tanımıyoruz. Zaten bizim çocuğumuz değildi o, savcı bilerek gösterdi bize, kendisi de biliyordu onun olmadığını.” (s.53)

YA DÜZEN DEĞİŞİRSE?

Burcu Şentürk’ün kitabını okurken, düzenin hizmetinde olanların -polislerin, subayların, savcıların, politikacıların vs.- bir gün düzenin değişeceğini düşünüp düşünmedikleri sorusu akla geliyor. Gençleri ölüme sürükleyenler düzen değiştiğinde acaba ne yapacaklar?
Bu soruyu düşünmek açısından Güney Afrikalı Jonathan D. Jansen’in “Knowledge in the Blood” adlı kitabı (Cape Town: UCT Press, 2009) çok yararlı olabilir. Jansen, Güney Afrika’da Apartheid rejimi yıkıldıktan sonra yaşanan büyük dönüşüm ile Pretoria Üniversitesi Eğitim Fakültesinin ilk siyahi dekanı olarak görev yapmış. Mutlaka okunması gereken bu kitapta Jansen dekanlık dönemi boyunca ırkçı rejimin yerine yeni bir anlayışı inşa etme sürecinde yaşadıklarını anlatıyor.

ESKİ BAKAN İNSANA DÖNÜŞÜR MÜ?

Jansen, bir yandan Apartheid rejiminin kökenlerini, ulus devletin ve ırkçılığın inşasını ele alırken, diğer yandan ırkçılığın ve ürettiği çatışmaların hiç de kolay değişmediğini gözler önüne seriyor. Jansen’in kitabı, barışa ilişkin de çok önemli dersler içeriyor. Bu derslere ileride dönmek üzere, kitapta Apartheid rejimine hizmet edenlerin deneyimleri hakkında aktarılan bir örneği ele almak istiyorum.
Bu örnek, Adriaan Vlok. Vlok, Apartheid rejiminin yıkılmak üzere olduğu ve bu nedenle ülkeyi dehşete sürüklediği günlerde güvenlik güçlerinden sorumlu bakandı ve Milli Güvenlik Konseyinin üyesiydi. Vlok’un dönemi boyunca (1986-1991) özgürlük mücadelesi verenler yıldırma taktikleri, ölüm mangaları, bombalamalar, suikastlar, işkenceler ile bastırılmaya çalışıldı. Örneğin, “Cry Freedom” adlı filmin gösterildiği sinemaların bile bombalanması Vlok’un işiydi.
Apartheid’ın yıkılmasıyla Vlok’un yaşamı altüst oldu. Karısı 1995’de intihar etti. Vlok, 1997’de Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu karşısına çıktı ve af diledi. Kimi suçlarını kabul etti ve acı çekmelerine neden olduğu nice insanın tanıklıklarını dinlemek zorunda kaldı. Zaman geçtikçe artık yetmiş yaşını aşan Vlok değişti. Korkunç bir insan olmayı değil, topluma yararlı olmayı ve bağışlanmayı istemeye başladı.
Ağustos 2006’da defalarca suikast emri verdiği Din Adamı Frank Chikane’den özür dilemek istedi. Chikane, yaşamını özgürlük mücadelesine adadığı için Vlok’un hedeflerinden biri olmuştu. Chikane ABD’yi ziyaret ettiği bir dönemde giysileri ve bavuluna zehir sürüldüğü için ölümden dönmüştü.
Vlok, kendisi gibi Hrıstiyan olan Chikane’den simgesel olarak özel anlam taşıyan bir yolla özür diledi. Onun önünde eğildi ve ayaklarını yıkadı. Chikane bir din adamı olarak, Vlok’un kendisine ağır gelen bu yükten kurtulmasına izin vermesi gerektiğini düşündü ve bir zamanların zalim devlet adamının bir insana dönüşmesine yardımcı oldu.

ÇOCUKLAR BARIŞI BEKLİYOR

İnsana ve insanca yaşamaya aykırı rejimler, gelenekler, düzenler er ya da geç yıkılır ve yok olur. Türkiye’de evlat acısının bitmesine izin vermeyen düzen de elbette yıkılacak. Bu düzene hizmet verenler tek tek hesap verecek. Belki Vlok gibi, belki de başka yollarla. Ama insana dönüşmek için çalışmaları gerekecek.
Ama zaman geçiyor. Çocukların çocuklukları çalınmasın, çocuk olamadan büyümesinler, gençler ölüme gönderilmesin istiyorsak, barışın hemen gelmesi gerekiyor. Hemen bugün...
Barışı isteyen cesur insan Halil Savda, barış için Roboskî’den Ankara’ya yürüyor. Savda, “İnsan hakları savunucuları, savaş karşıtları ve barış savunucuları barış için yeni mücadele pratikleri sergilemek durumundalar. Yoksa bu savaş, bizi kirletmeye ve acıtmaya devam edecek,” diyor. “Savaş kaderimiz değildir; olamaz! Bu savaşı durdurabiliriz, durdurmalıyız!” diyor. Bu nedenle, “1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Roboskî’den Ankara’ya 1300 kilometre yol yürüyerek, barış için 40 günlük bir yolculuğa çıkacağım!” diye bizlere sesleniyor.
Savda, “Küçük bir adım atıyorum; bu adımı hep birlikte çoğaltabiliriz!” diyor. Savda çok haklı. Çoğaltmak gerekiyor çünkü bu ülkede çocuklar hâlâ barışı bekliyor.

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Metal tokat

Metal tokat

Renault işçileri, yaşadıkları sorunlar karşısında patronların yanında duran şube yönetimine karşı harekete geçti: Delege sayısının 3 katı aday çıktı, seçimlere katılım rekoru kırıldı, şubenin belirlediği adaylar geride kaldı. 200 bin metal işçisini ilgilendiren MESS grup sözleşmesi öncesi Metal Fırtına’nın amiral gemisi Renault’da yapılan seçimler sendikal bürokrasiye tokat oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
12 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et