6 Eylül 2012

Suriye'ye karşı politika 'insani ve ahlaki' midir?

AKP yönetimindeki devlet ve hükümetin Suriye’ye karşı izlediği politika, yeni unsurlarla genişleyerek, halkın yaşamına daha fazla girdikçe, bu politika bağlantılı tartışmalar da sertleşmekle kalmayıp, ekonomiden sosyal yaşam ve kültürel değerlere dek hemen her alanı kapsayarak çeşitleniyor. Suriye’ye karşı hükümet politikası bağlantılı tartışmalar, son olarak iki başlık altında yoğunlaştı: İlki, Başbakan Erdoğan’ın CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bir mektubuna yanıtıydı, ve ikincisi Hatay-Reyhanlı’daki, artık ünlü olmuş “Apaydın Dinlenme Tesisleri”(!)nin içindeki karanlık ilişkilerin deşifre oluşu. Bu iki arabaşlık altındaki tartışmalar, açık ki bir bütünün; Suriye’deki yönetimi düşürmeyi Türkiye hakim sınıfı ve AKP hükümetinin bölgedeki  etkisini artırmanın ve içerde iktidarını daha uzun süre devam ettirmenin başlıca koşullarından biri olarak belirlemiş bulunan bir hükümet ve partisinin tutumunun unsurlarıdır. Erdoğan ve partisi/hükümetinin diğer sözcüleri bu politikayı “insani ve ahlaki”; karşı çıkış politikalarını ise,-aralarındaki farklılıklar bir yana- “insani ve ahlaki olmayan” olarak gösteriyor.

ÇETELERLE İLİŞKİ ALENİDİR!

Hatay Reyhanlı’daki bir kampın tabelasında “Başbakanlık AFAD Apaydın Konaklama Tesisleri” yazması, ancak kapısından içeriye, milletvekillerinin, gazetecilerin girememesi, doğal olarak bu “Konaklama Tesisi”nin, JİTEM ve Kontrgerilla kampları gibi, MİT’in “yeraltı dünyası” gibi bir “imaj”a sahip olmasını sağlamış bulunuyor. Hükümet sözcüleri, “derin stratejiler”in “mücahit Bakan”ı, il valisi Leke-siz, bu “Tesis”(!)in ilginç ve renkli simalarının asker-general-albay kimliğine ilişkin açıklamalar yaparak, “milli iradenin temsilcileri”(!)nin kampa girişine “izin” verilmemesinin “doğal” olduğuna, vatandaşları iknaya çalışıyor. Tıpkı Suriye devletine-yönetimine karşı, sürdürdükleri saldırgan savaşçı politikanın “ulusal çıkarlar için şart olduğu”na ikna çalışmaları gibi.
Bu popüler kampın, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Sözleşmesi’ne uygun düşmeyen askeri kimliği; Suriye yönetimine karşı silahlı saldırıları düzenleyenlerin, bir tür komuta karargahı olarak kullandıkları kamplardan biri olduğuna dair haber ve ropörtajlar, Türk ve dünya basınında yer almaya devam ediyor. Kendilerini “Özgür Suriye Ordusu” olarak adlandıran çetelerin  liderliğini yaptığı belirtilen Riyad el Esad, internet sitesinde, “ordusu”nun “ana üssü”nün Hatay olduğunu açıklayarak, irtibat için, telefon numarası ve e-posta adresini Türkiye hatlı olarak ilan etti. Bu tutum, bizzat başbakan ve Dışişleri’nin başındaki “derin stratejist(!) tarafından bağıra çağıra ilan edilen, “Suriye muhalefetine her tür desteği vermeye devam edeceğiz!” politikasıyla uygunluk gösteriyor.
Bütün bunlara rağmen, AKP ve hükümetinin sözcüleri, normal ve doğru olmayan bir iş “yapmadıkları”na ikna olunmasını istiyor. Davutoğlu, Türkiye’nin, “Özgür Suriye ordusunun başarılarında ne kadar rolü olduğu” yönündeki soruyu” “Türkiye gibi bir komşunun mevcudiyeti Suriye halkına güven vermiştir. Bir anlamda baskılar karşısında sığınacak bir yer olması direnişe büyük bir özgüven kazandırmıştır” şeklinde yanıtlarken, AKP hükümeti eliyle Türk devletinin izlediği bu yıkıcı-saldırgan politikayı bir biçimde itiraf etmiş oluyor. “Özgür Suriye Ordusu” ve “SUK” olarak adlandırılan muhalefetin örgütlü silahlı savaşının ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Emirlikler gibi emperyalist ve taşeron-işbirlikçi yönetimler tarafından finanse ve koordine edildiğini, hükümet yanlısı gazetecilerin adlandırmasıyla, “Apaydın”  ve öteki kamplarda barındırılan “mücahitler” gizleme gereği görmüyor. ABD ve İngiliz gazeteleri başta olmak üzere, uluslararası alanda çok sayıdaki gazetede, bu yöndeki haber ve gelişmeler verilmeye devam ediyor. Kimliğini saklı tutarak “Apaydın Kampı”na girmeyi başaran Rus gazeteci, ABD-İngiliz istihbaratının dolaysız olarak işin içinde olduğunu; Suriye’ye karşı askeri harekatın buradan yönetildiğine tanık olduğunu yazdı. Gemilerle tankların taşındığı, uydu aracıyla hedeflerin belirlenip, petrodolarlarla “karınları doldurulan” mücahit savaşçılara iletildiği; Hatay’dan Halep’e “savaşçı birlikleri”nin taşındığı; “geceleri çatışmalara katılıp sabah erkenden döndükleri”, bu haberler arasında yer alıyor. Bunlara inanmayanlar varsa eğer, hükümet-cemaat cephesinden bir “gazeteci”nin; Adem Özköse’nin Hürriyet’te yayımlanan açıklamalarını okumalarını öneririz. Adem Özköse isimli “gazeteci”, Hürriyet’e 50’nin üzerinde Türk’ün Suriye’ye Esad rejimine karşı savaşmak için gittiğini, 4 Türk vatandaşının öldüğünü, sayının ilerleyen günlerde artabileceğini , belirterek, El Kaideci Metin Ekinci’nin son fotoğraflarını Facebook’taki hesabından paylaştı. Özköse, “Suriye’de Türkler, Çeçenler, Ürdünlüler, Lübnanlılar, Sudanlılar ve birçok müslüman ülkeden gelen mücahitler var. Mücahitlerin savaşması Rus-Afgan savaşından bu yana bir gelenek oldu. “ diye açıklıyor. Açıklamaları “cihad” çağrısı türünden! Mücahitler diyor,  “dünyadaki tüm mazlumları, kardeşleri, yaşanan savaşı da din savaşı olarak görürler.” (Hürriyet, Fatma AKSU - İSTANBUL,251658240 25 Ağustos 2012)
Özköse’nin açıklamalarının içeriği ve mantığı, Türkiye’yi yönetenlerin pratiğe geçirdikleri politikaya denk düşüyor. “Cihat-Mücahit” efsaneleri üzerinden “Afganistan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da ve Irak’ta da gönüllü mücahitler ordusu”nun nasıl da cesaretle savaştığını anlatıyor. Savaşa asker yazdırmaya soyunmuş bir askeri yetkili gibi. “Bunlar fedakâr, cihat düşüncesini benimsemiş, ekonomik sorunu olmayan, iyi eğitimli insanlar. Bir yerde cihat olduğunda oralara gitmeyi dini vecibe olarak görüyorlar. Türkiye sınırından Halep’in dış mahallelerine kadar kontrol direnişçilerin elinde. Türkiye sınırından kolayca geçen kişileri Suriyeli gruplar karşılıyor. Bunlar Afganistan’dan beri tecrübeli kişiler ve birbirlerini tanıyorlar” diyor. “Türkiye sınırından Halep’e kadar” olan bölgede denetimin “mücahitlerde” olduğunu söylüyor; Türk savaşçıların “Çanakkale ruhuyla” savaştıklarını anlatıyor, El Kaide’ye övgüler diziyor; anlatıyor da anlatıyor! Anlaşılıyor ki, Bülent Arınç ve hükümetin öteki kimi sözcüsünün, “Bunların içinde general de var albay da var.  Kendileriyle görüşülmesi, kimliklerinin tespit edilmesi halinde hem kendilerinin hem de oradaki yakınlarının zarar görmesi ihtimali vardır” diye, “güvenlik kaygısı”yla gerekçelendirdikleri kampa giriş yasağı, birçok farklı kaynaktan doğrulandığı üzere, aralarında El Kaidecilerin de bulunduğu çetelerin organize olmaları/edilmeleri türünden karanlık ilişkileri gizleme amaçlıdır.

ZALİM VE MAZLUMUN KİMLİĞİ DOĞRU BELİRLENMELİ

Suriye politikaları üzerinden hükümete yönelttiği  eleştiriler nedeniyle CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na, Başbakan Erdoğan’ın verdiği “mektuplu yanıt”, muhatabına yanıtın “sertliği”nden  ziyade, Kılıçdaroğlu ve partisini, “insani ve ahlaki zaaf ile malul” olmakla suçlayan içeriğiyle dikkat çekti ve politika ve ahlak  üzerine bir tartışmayı da yeniden alevlendirdi. Erdoğan, CHP ve yönetimini, “Zalim ile mazlum, katil ile maktul, haklı ile haksız arasında ayrım yapmayan siyasi bir tutum” almakla suçlarken, partisi ve hükümetini “insani ve ahlaki” değerlerin savunucusu olmakla taltif etmekle kalmadı, Suriye politikasını da bir kez de bu vesileyle “ahlaki” olarak reklam etti.
Peki,  R. Tayyip Erdoğan’ın, Başbakan ve AKP Genel Başkanı kimliğiyle, “insani ve ahlaki” olarak lanse etmeye çalıştığı, AKP ve hükümetinin politikaları, gerçekten insani ve ahlaki midir?  Haksıza karşı haklı oluşun politikaları mıdır? Başbakanın ve hükümetinin diğer çeşitli yetkililerinin Suriye politikasını, “zalime karşı mazlum”un; “katile karşı maktulün”; “haksıza karşı haklının” yanında olmaya örnek göstermeleri, gerçeğe aykırılığı bir yana bırakılırsa, esas olarak  ülkenin ve halkın bu politika ile sürüklenmekte olduğu bataklık ve savaşın  görülmesi ihtiyacı açısından önem taşımaktadır.
Şunu hemen belirtelim ki, zalim ile mazlum, katil ile maktül, haksız ile haklı şeklindeki karşıt ikilikler, kapitalizm koşullarında,-ki o koşullardayız- sınıf ilişkilerinden; temsil edilen sınıf ve kesim(ler)in taleplerinin niteliğinden soyutlanarak belirlenmeye çalışıldığında, ancak spekülasyon yapılmış olur. Kişinin ‘durduğu yer’ ve savunduğu ‘değerler’in özelliği, bu ilişkilerden ve koşullardan bağımsız değildir. Sınıf sömürüsünü savunan ve koruyan ile, bu sömürünün hedefi olanların “ahlakı”, eşitlenemez, özdeşleştirilemez ve aynı olarak görülemez. İşçinin, kendisi gibi, emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışanlarla birlikte, kendilerini sömürenlere karşı dayanışması ahlaki, haklı iken, kapitalistler ile partileri-hükümetleri ve diğer kurumlarının buna karşı bastırma ve engelleme tutumları zalimce ve haksızdır; ahlaki olmadığı gibi insani de değildir. Baskıyı uygulayanların “insan” oluşları, “insani”liklerine, “vicdanlı”ve “ahlaki” oluşlarına kanıt gösterilemez. Örneğin bize göre, Türkiye’yi yönetenlerin, Türk devlet ve hükümetinin ve işbirlikçi hakim sınıfın izlemekte olduğu Suriye politikası, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin, İran ve Rusya gibi bölge ülkelerine karşı sürdürdükleri ve petrol-doğal gaz kaynakları başta olmak üzere bu çok geniş bölgedeki zenginlikleri denetleme ve Batı pazarları yararına kullanma; böylece rakip olarak görülen Asya’nın büyük güçlerinin gücünü kırma ve rekabette geride bırakma amacıyla dolaysız bağlıdır. Buna, Türkiye’nin “Neoliberal Yeni Osmanlıcı”, ‚Türkçü İslamcı ve Amerikancı  yönetiminin “bölgesel güç” anlayışı ve eğiliminin yol açtığı saldırgan politikayı eklemek gerekir. Bu ise, doğrudan doğruya sermaye ve burjuvazinin, kar için harcamayacağı herhangi “değer” ve “insani-ahlaki” normunun olmamasıyla bağlıdır.
Zalimlik, katillik ve haksızlık ile sömürü, baskı ve sınıf hakimiyeti arasındaki bağı gözardı eden ya da bilerek gizleyen her kim olursa olsun, ilk grup kavramlarda içerilen ne kadar olumsuzluk, kin, baskı ve gaddarlık varsa, ikincileri savunduğu, temsil ettiği, sürdürdüğü için, sahiplenmiş ve temsil ediyor olacaktır. Zalimlik ve katillik sadece ezerek, işkence ederek, öldürerek yapılmaz.  Üretim araçlarının mülkiyetini  ve bunun sağladığı olanakları kullanarak, başkaları üzerinde tahakküm kurmak zalimlik ve katillikle malul olmakla kalmaz, bunu hakkı sayarak, haksızlığını da ortaya koymuş olur. Beşar Esad yönetimini zalimlik, haksızlık, katillikle suçlayanların, Türkiye’de hak arayışında olan, insani yaşam düzeyi için mücadele eden, özgürlük-eşitlik-barış gibi, burjuvazinin de işine geldiğinde istismardan kaçınmadığı- en acil talepleri savunanlara karşı polis-jandarma-savcılar-mahkemeler-zindanlarla susturmaya, sindirmeye giriştiğini, ancak iktidarın sahipleriyle onların çanağından beslenen “yalaka takımı” inkardan gelebilir.
Örneğin, Kürtleri bombalamak zalimlik değilse, nedir?  Anadillerinde eğitim görme, kendi kendilerini yönetme olanağı, bunun bir biçimi olarak özerklik vb. istemlere karşı, silahlı, politik, sosyal, kültürel, dinsel, her alanda saldırıları yoğunlaştıranlar, nasıl haklı olabilirler, ya da zalimlikle suçlanmaktan kurtulabilirler mi ? Sünni Diyanetinin fetvalarını Alevilere, Alevilere dayatmak, “ibadet yerleri”ni “cümbüş yeri” olarak aşağılamak, onlara ait olmayan ve inanmadıkları “dinsel anlayışları” zorunlu din dersi yoluyla, daha 4-5 yaşlarından başlayarak çocuklarına empoze etmeye çalışmak; bunları haklı, insani ve ahlaki saymak mümkün değildir. İşçiler, ücretlerinin artmasını istediler diye, sendika kurmak üzere aralarında örgütlenmeye girişip patronların karışsına, çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi talebiyle dikildiler diye, karşılarına polisli-robokoplu-jandarmalı silahlı birlikleri çıkarıp, derdest yöntemleriyle susturmaya çalışmanın neresi “ahlaki ve insani”? İşkenceci polis şeflerini, polis teşkilatının tepelerine oturtmak “insani ve ahlaki” mi? 12-13, hatta 8-9 yaşlarındaki çocukları, kendi anababalarına, kardeşleri-akrabalarına saldırdılar diye, polise “taş attıkları” gerekçesiyle zindanlara doldurmak, göz göre göre öldürmek, nasıl bir “maktüllük”tür?
“Haklı” olmanın ölçütü, uluslararası sermaye ve büyük emperyalist güçlerin hizmetinde olmak mıdır? Ya da, hükümeti eleştirdiler diye gazetecilerin işten atılmasını gündeme getirip, kapitalistleri, emekçilere karşı seferber olmaya hem çağırmak hem de zorunlu tutmak mıdır haklılık? Okulları, hastaneleri, tren istasyonlarını, metroları bombalayıp yüzlerce insanı katleden Çeçen cinayet çetelerine, El Kaideci katil çetelerine koruma oluşturup, ülke topraklarında üslenmelerine olanak tanımak, saldırı için geçiş kolaylığı sağlamak, haklıdan yana olmak mıdır?

YARIN: Meşru ve haklı olan halkların mücadelesidir

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!

Peşkeşe ‘dur’ de!

Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
5 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et