08 Eylül 2012 10:23

Her şey kutsal(!) değerler için

Her şey kutsal(!) değerler için

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Savaş, kaza(!), çatışma, doğal afetlerin yıkıma dönüşmesi, cinayet gibi acılar hayatımızdan hiç eksik olmuyor. Aslında mevcut toplumsal düzende bu hiç de şaşılacak bir durum değil. Çünkü bu düzenin kurguladığı hayatın merkezinde insan yok. İnsan sadece ve sadece bazı hedeflere ulaşmanın bir aracı olarak görülüyor.
Ancak insanın geri planda tutulması, bir süre sonra bazı sorgulayıcı düşüncelere yol açabilir tabii. Bunu engellemek için bazı kutsalları devreye sokup hayatın merkezine yerleştirmek gerekiyor. Kutsalları sorgulamak hiç kimsenin aklından bile geçmez ne de olsa... Bu nedenle vatana, millete, bayrağa, kana kutsallık payesi atfediliyor ve hayata bu kutsallar doğrultusunda içerik ve anlam yükleniyor... Sonrası kolay... Kutsalların dört bir yandan bizi kucaklayıp(!) cendereye aldığı hayatımızda, her acının, her felaketin ardından söyleyecek bir söz, ortaya konacak bir gerekçe de bulunuyor elbette...
İnsanları uyutmak, oyalamak ve de sömürüyü daim kılmak adına kutsallık sosuna bulandırılmış vatanlı, milletli, bayraklı, şehitli, kanlı söylemlerden daha etkili bir yol olabilir mi?..
Zaten insan dediğin nedir ki?.. Vatanın, milletin, bayrağın esenliğini sağlamaya yeminli(!) ve bu yolda gerekirse seve seve canını verip şehitlik mertebesine ulaşmayı göze alabilecek kadar fedakar bir nefer olmaktan başka!..
Vatana gelince... Toprak elbette kutsaldır ama sınırlarla çevrilip vatanlaşınca değil, bereketinden tüm insanlık eşit ve hakça faydalandığı zaman... Bu nasıl bir kutsallık anlayışıdır ki, “Bir karışını bile veremem” dediğiniz topraklara bomba yağdırabiliyorsunuz... Böylesi bir kutsallık anlayışında sorun yok mu?.. Doğadaki en küçük otun, böceğin de en az sizin kadar yaşam hakkına sahip olduğunu kavrayabilseniz belki dünyaya bakışınız ve kutsallık anlayışınız değişecek...
Toprağa sınır çekmek, savaşları, çatışmaları, göçü dolayısıyla ölüm ve yıkımları da kaçınılmaz kılmıyor mu?.. 61 kişinin can verdiği son mülteci faciası, dünyanın ülkelere bölünmesinin bir sonucu değil mi?.. Para karşılığında insanları, hayallerini gerçekleştirme vaadiyle kandırıp ölüme yollayan alçaklar mevcut sömürü düzeninde palazlanmıyor mu?..
İnsanın önemsenmediği, sömürü mekanizmasının açgözlü bir canavar misali her yere el attığı bir toplumsal düzende yaşanan acıları kaza, ihmal gibi kavramlarla açıklamak tam bir yüzsüzlük örneği!.. Kim ne derse desin gerçek şu: Bütün bu acı ve felaketler; doğanın ve insanın bazı kutsal değerler(!) altında ezildiği, maddi kazanç sağlamanın en büyük hedef olarak kabul edildiği (dayatıldığı) sömürü düzeninin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor.
Tabii “uyutma-soyma” eksenli bu senaryoda sporun, özellikle futbolun rolü de büyük. Düzen sahipleri, insanların bu kadar yoğun ilgi gösterdiği bir alanı elbette boş bırakmazlar. Kendi halinde hareket eden kitleler arasında bir şekilde bazı muhalif düşünceler yeşerebilir çünkü. Bu riski asla göze alamazlar... Türlü ajitasyon ve propaganda yöntemlerini kullanarak stadyumları, kutsal değerlerin(!) milliyetçilik üzerinden gövde gösterisi yaptığı ve bir kez daha dolaşıma sokulduğu mekanlara dönüştürürler... Onlara soracak olsanız, bu yaptıkları spora siyaset karıştırmak anlamına gelmez. Buna karşılık spor emekçilerinin haklarından, renklerin kardeşliğinden söz edenleri spora siyaset karıştırmakla suçlarlar, hiç utanmaksızın...
Günümüzün futbolu ne yazık ki, milliyetçiliği, ayrımcılığı, cinsiyetçiliği, militarizmi yeniden üreten ve kışkırtan yapısıyla, insani duyarlılıkları törpüleyen ve egemenlerin ekonomik-ideolojik çıkarlarına hizmet eden bir kurum durumunda. Ona ilgi gösterenlerin bilinç ve farkındalık düzeyi yükselmedikçe de öyle kalacağa benziyor.
İnsan ve doğa merkezli bir toplumsal düzen kurmayı başaramadığımız sürece yaşamın hiçbir alanında başımız asla dertten, beladan kurtulamayacak. Gerçek anlamda huzur ve mutluluk ise her zaman ulaşılması hayal edilen ancak asla elde edilemeyen bir ütopya olarak kalacak...


SADECE FUTBOLUNU OYNA!

Kulüp yöneticilerinin, haklarını arayan futbolculara yönelik açıklamalarına tanık oldukça, futbol ortamının pisliğini, kokuşmuşluğunu daha iyi anlıyoruz. Yöneticilerin tavrını elbette ait oldukları sınıfın, bencillik, çıkarcılık ve fırsatçılıkla şekillenmiş karakteri belirliyor. Onların en katlanamadığı ve aynı zamanda onları en çok korkutan şey sömürdükleri emekçilerin haklarını almak üzere harekete geçmesi. İşte o zaman gerçek yüzleri de ortaya çıkıyor...
Futbolcular işlerine bakıp futbollarını oynasınlar. Hakları neyse, yöneticiler elbette en adilane şekilde verir. Bunun ötesine geçip hak aramak da neymiş?..
Trabzonspor Başkanı Sadri Şener, takımdan ayrılan Burak Yılmaz, Selçuk İnan ve Egemen Korkmaz’ı paragöz olmakla suçluyor. Ona göre bu futbolcuların dini, imanı para. Gözleri paradan başka hiçbir şeyi görmüyor, manevi değer ya da takıma bağlılık gibi hasletler nedir, bilmiyorlar...
Profesyonelliğin sadece para demek olmadığını hatırlatıyor Şener. İyi de profesyonellik söz konusuysa, futbolcular imzaladıkları anlaşmaların ötesinde birtakım özel duygular, bağlılıklar geliştirmek zorunda değil ki. Futbolcular ile yöneticiler arasındaki ilişkilerin medeni boyutu ve frekans uyumu kendiliğinden bu tür duygular, bağlılıklar ortaya çıkarabilir. Ama böyle duygular ve bağlılıklar beslemiyor diye hiç kimse bir başkasını suçlayamaz.
Haklarını arayan futbolcuları bu şekilde suçlamak son derece yakışıksız. Sen hele önce futbolculara hakları olan parayı bir ver önce. Sonra gösterdikleri tavra göre eleştiride bulunursun. Yavuz hırsızın ev sahibini bastırması misali suçlamalarda bulunmak aynı zamanda futbolcuları, gözü dönmüş fanatik taraftar gruplarına hedef göstermek anlamına gelmiyor mu?..
Benzer bir durum Beşiktaş’ta da yaşanıyor. Orada alacağının peşine düşen futbolcu, adını Mehmet’e çevirip milli takımda oynattığımız, milli marşı mırıldandığını görünce boynuna sarılmamak için kendimizi zor tuttuğumuz Aurelio...
Brezilya asıllı futbolcu, hakkını ararken kim bilir ne kadar kalın duvarlara çarptı ki, menajeri aracılığıyla Beşiktaş’a karşı iflas davası açmak zorunda kaldı.
Beşiktaş İkinci Başkanı Ahmet Nur Çebi, Aurelio’nun bu girişimine büyük bir öfke duyuyor. Aurelio’nun ne ihanetçiliğini, ne küstahlığını, ne terbiyesizliğini ne de devşirmeliğini bırakıyor. Bu oyuncunun yıllarca bu ülkede para kazandığını ve ailesinin karnını doyurduğunu hatırlatan Çebi, Aurelio’yu, “Türk tebaasına aldığımız bir devşirme” şeklinde ırkçılık ve nefret kokan ifadelerle eleştiriyor.
Aurelio, Türkiye vatandaşlığına geçip size hizmet ederken iyiydi ama. O zamanlar bağrınıza basıyordunuz. Şimdi ise hakkı olan parayı istiyor diye neredeyse bir “Pis zenci” demediğiniz kalmış!..
Aslında Çebi haklı... Aurelio’ya dünyanın en ayrıcalıklı kimliğini bahşetmişiz, o ise bunun keyfini, mutluluğunu süreceği yerde tutmuş hakkını arıyor!.. Düpedüz nankörlük değil mi bu?.. Olmaz olsun böyle Türklük!..

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa