11 Eylül 2012

Dört dörtlük intikam, nefret ve şiddet

2011-2012 eğitim öğretim yılında meydana gelen gelişmelere, tartışmalara ve bu günlerde hakim olan intikam, nefret ve saldırganlık dolu dile bakılacak olursa, oldukça çatışmalı bir eğitim öğretim yılı yaşayacağız. 12 yıllık zorunlu eğitim sistemi çatışmaların merkezine oturmuş durumda. Gerek Bakan Ömer Dinçer gerekse Başbakan yeni sisteme yönelik eleştirileri kabul etmiyorlar. Kabul etmedikleri gibi eleştiri yapanları çok sert bir dille karşılıyorlar. Örneğin Bakanın, bu eleştirileri yapanları PKK yanlısı, laikçi ve ideolojik, bu kanuna eleştiride bulunmayanları da normal vatandaş olarak nitelendirmesi; Başbakanın eleştiride bulunanları hain olarak etiketlemesi siyasi otoritenin totaliter dilinin bir yansıması.
Zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaran kanunun amacının toplumun eğitim süresini ve okullaşma oranını yükseltmek olduğu söyleniyor. Okullaşma oranı, örgün eğitim çağında olanların, yüzde kaçının okula gitmekte olduğunu gösteren bir oran. Bu oranın yüzde 100 olması hedeflenir. Oran düştükçe örgün eğitime devam etmesi beklenen çağ nüfusunun düşük bir yüzdesinin okula gittiği anlamı çıkar ki, bu da eğitimli nüfusun oranının düşmesi anlamına gelir. Okullaşma oranının yüzde 100 olması hedeflense bile, bu hedefe nasıl ulaşıldığı da önemli bir noktadır; okullardaki eğitimin niteliğinin aşırı değişkenlik göstermesi, okulların toplumsal ve ekonomik sınıfların üretimine hizmet etmesi için çeşitlendirilmiş olması (Anadolu lisesi, genel lise, özel lise, fen lisesi, meslek lisesi, öğretmen lisesi, imam hatip lisesi, vs.), bölgelere göre değişen niteliklerde eğitim-öğretim yapılması, kendi ana dilinde eğitim almak isteyen kesimlerin gereksinimlerinin karşılanıp karşılanmadığı, müfredatın felsefi temeli, yükseköğretimden yararlanma düzeyi gibi sorun başlıkları çatışma konusu olmaya devam ediyorsa, ulaşılan hedefin sorgulanması gerekir. Kaldı ki, bu saydığım boyutlarıyla bir ülkenin eğitim sisteminde çatışmaya konu olan birçok konu varsa, okullaşma oranının da hedeflenen yüzde 100’e ulaşması pek mümkün olmayacaktır. Çünkü çatışma konularının fazlalığı ve eğitimin neye hizmet ettiğine bağlı olarak halk içinde de eğitimin işlevine, anlamına ilişkin olumlu bir algı ve inancın gelişmemesi çocuğunu örgün eğitim sistemine dahil etmeyi arzulamayan bir aile/kişi tipini de ortaya çıkarabilir. Genelde bilinç eksikliği olarak ifade edilen bir nedeni de görmezden gelmemeli. Türkiye tarihine bakıldığında, “halkta” cehalet olarak da tanımlanan, bu türden bir bilinç eksikliği nedeniyle eğitime önem verilmediği ya da inanılmadığı ve bu yüzden ailelerin çocuklarını okula göndermediği söylenegelmiştir. Bu, maalesef, seçkinci, yukarıdan bakan, küçümseyici hatta ayrımcı bir dilin ifadesidir. Tam da sınıflı toplumlara özgüdür. Bilinç öyle bir konudur ki, bir siyasi yöneticinin bunu öne sürerek, yönettiği halkı eleştirmesi ya da toplumun “yüksek sosyetesinden (!)” birilerinin bu eleştirileri yaparak alt sosyoekonomik kesimleri aşağı görmesi sisteme ilişkin bir zaafı da yansıtmaktadır. Neden bir zaaf? Çünkü eğitim hizmetini sunmak durumunda olan devletin bu hizmeti sunarken yetersiz kalması nedeniyle de bu bilinç (denilen şey) oluşmamış veya artmamış olabilir. Dolayısıyla devlet eğitimin önemli olduğuna dair ne kadar mesaj gönderirse göndersin aileler buna ilişkin bir inanç geliştirecek bilince sahip olmadıklarından çocuklarını okula göndermeyebilirler, ilköğretimden sonra ya da ara sınıflarda okuldan alabilirler. Ailelerin buna ilişkin bir inanç geliştirmemesi ise eğitimin gerçekte neye yaradığı ve ailelerin de eğitimin gerçekte yaradığı şeyi onaylamamalarıyla da bağlantılı olabilir. Dolayısıyla ailelerinki, bazı istisnai durumlar dışında gayet bilinçli bir tercih de olabilir.
Dolayısıyla okullaşma oranı, okulun nasıl bir yer olduğu, hangi amaç uğruna kullanıldığı, kendisine nasıl bir anlam atfedildiğine bağlı olarak bireylerin okula ilişkin geliştirecekleri inanç ve duygu çerçevesinde değişkenlik gösterebilir. Bu oran, devletin örgün eğitim kademelerini zorunlu hale getirmesiyle artabilir. Nitekim ilköğretim düzeyindeki okullaşma oranının yüzde 100’e yaklaşması zorunlu hale gelmiş olmasıyla mümkün olmuştur. Son dönemde zorunlu eğitim 12 yıla çıkarıldığından ortaöğretim düzeyindeki okullaşma oranının da artacağını tahmin etmek zor değildir. Oran artışı, birtakım kanunların çıkarılmasıyla ve polisiye yöntemlerle bu kanunların gereğinin yerine getirilip getirilmediğinin denetlenmesiyle sağlanabilir. Sekiz yıllık zorunlu ilköğretim kanununda olduğu gibi… Ancak, zorunluluk yaratarak ve polisiye müdahalelerle yükselmesi sağlanan oranların ne anlama geldiği anlaşılamazsa insanların gönüllü olarak çocuklarını okula göndermeleri de sağlanamaz. Dolayısıyla zorunluluk sayesinde ancak devleti yönetenlerin faşizan fantezileri gerçekleştirilmiş olur. Oranlar yükseldiğinde sorulması gereken en önemli sorular, oranda artışın nitelikte artış anlamına gelip gelmediği, müfredatın ayrımcı olmayan, barışçı, eşitlikçi, özgürlükçü niteliklere sahip olup olmadığı ve bilimsel temellerin üzerine oturup oturmadığıdır?
Her kademe sonunda yapılan merkezi sınavlar yoluyla eleyici anlayışla işleyen bir eğitim sistemi her öğrencinin gelişim gereksinimine yanıt bulacak şekilde çalışıyor mudur? Yoksa sadece elenmeye layık olanları bulup çıkarmaya mı yarıyordur bu sistem? Değerlendirici olmak yerine yargılayıcı, geliştirici olmak yerine eleyici davranan bir sisteme kim gönüllü olarak katılmak ister? Hakları, özgürlükleri kısıtlayıcı anlayışa sahip bir eğitim sistemine kim inanır? Çocuğu ana dilinde eğitim alamayacaksa aileler onu okula niye göndersinler? Ayrımcı, saldırgan, düşman üreten bir dille tarih dersleri işlenecekse çocuğunu okula kim gönderir? Dolayısıyla okullaşma oranlarındaki artış bir zorunluluğun sonucu ve göstergesidir, bir sisteme olan inancın ve güvenin değil…
İntikam, kin, kan davası, hesaplaşma arzusu, kitleleri kontrol altına alma arzusu gibi duygular eğitim politikalarının oluşturulmasına ve uygulanmasına dayanak oluşturuyorsa çatışmasız hiçbir dönem geçmez. Üstelik ayrımcı ve düşmanlık dolu bir dili de sistem içindeki uygulamalara yansıtır ve kin dolu nesiller yetiştirirsiniz. Eğitimin dili de nefret dili olur. Öğretebileceğinizi sandığınız hiçbir şeyi öğretemezsiniz, düşmanlıktan ve savaştan başka…
Sekiz yıllık zorunlu eğitime geçerken de 12 yıllık zorunlu eğitime geçerken de toplumun farklı kesimlerine bir şeyler dayatılmış oldu. Cumhuriyetin kuruluşundan beri geliştirilen politikalar incelendiğinde zaman zaman ya bazı toplumsal kesimler zarar gördü ya etnik kesimler ya dini inanç kesimleri ya da belirli bir siyasi görüşten olan kesimler. Bütün bunlara bakarak da diyebiliriz ki, hakikaten eğitim konusunda bilinçsiz nesillerin ortaya çıkmasına yol açmışız toplumca. Bilinçsiz politikacılar, bilinçsiz bürokratlar ve bilinçsiz eğitim planlamacıları yetiştirmişiz. Ya da kapitalist ve mülkiyetçi toplumun varsayımlarını düşünecek olursak bütün bunlar hep bilinçli yapılmış. Bilinçli bir şekilde düşmanlık tohumları serpilmiş. Serpilmiş ki, kapitalizme başkaldırmak zorlaşsın ve kitleleri kandırmak kolaylaşsın.

evrensel.net

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!

Peşkeşe ‘dur’ de!

Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
5 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et