100 bin Adile Naşit
Ortalıkta uçuşan sözler de, oynanan oyun da korkunç. Savaş naraları, F-16 övgüleri, “misli ile karşılık vermek” demeçleri, “4 misli karşılık verildi” açıklamaları sürüyor. Sanki Türkiye’nin gereksinim duyduğu tek şey savaş ve silahlardan ibaret.
Bir tornadan çıkmışa benzeyen, söylemleri giyimleri bıyıkları benzer adamlar konuştukça konuşuyorlar. İçlerinden en baskını, parti grup toplantısında akıllara meydan okuyor. Diyor ki: "Efendim bu tezkereyle dünyaya savaş açabilirmişiz. O işin perde arkası. Açılır, açılmaz. Onu yeri zamanı geldiğinde konuşuruz." Demek iktidar isterse silahlarını dünyaya bile çevirebilir, istediğine savaş açabilir.
Ama ardından ekliyor: "Elinde silah olan, can alan hiç kimseye müsamahamız yoktur, olamaz. Terörü mazur gösteren anlayışa prim vermedik, vermeyiz. Onları savunamayız. Onlarla da el ele olamayız. Biz evlatlarımızı katleden, ölen terörist için ağlamadık, ağlamayız. Yerimizi iyi bileceğiz, bırakın siyaseti siyasetçiler yapsın. Analarımızın gözyaşına kimsenin gözyaşı ilave etme hakkı yoktur." Demek ki, elinde silah olanların iyisi ve kötüsü var. Ölümün iyisi ve kötüsü var. Hangisi iyi, hangisi değil, iktidar gayet iyi biliyor ve ölümü istediği gibi kullanıyor.
Konuşmayı sürdürüyor: “İnkar politikalarını ortadan kaldırdık, Kürt ifadesini ağzımıza alan ilk iktidar biz olduk.” Ama ana dili konusuna gelince değişiklik yok; inkar yerli yerinde. Meğer ana dilin öğrenilmesi bir hak olabilirmiş ama ana dilinde eğitim diye bir hak olamazmış.
Sanki topluma savaş, silahlar ve ölüm gerekiyor. Sanki bir dil ötekinden çok daha değerli. Sanki okula başlayan ve okulda ana dillerini bulamayan çocukların çektikleri zorluklar ve geri kalmaları çok gerekli. Sanki çocuklar güven ve huzur değil, ölüm, eşitsizlik ve zorluklar istiyor.
Sanki güven ve huzur bir kişinin sınırsız otoriteye dönüşmesi ile gelecek. Sanki güveni ancak güçlü bir başbakan ya da güçlü bir başkan sağlayabilir. Osmanlıcı söyleme göre eskiden padişahlar varmış, halk güven içindeymiş ya, sanki Türkiye’ye çağ dışı bir yönetim gerekiyor. Sanki topluma ağzından tükürükler saçan beyler, paşalar iyi gelecek.
Çocuklara savaş, silah ve ölüm isteyip istemediklerini kimse sormuyor. Çocuklara güvenin ne olduğunu soran da yok. Çocuklar neden ağzından tükürükler saçan beyleri, paşaları değil de, televizyondan tanıdıkları Adile Naşit’i severler, onu unutmazlar, bir akıl edip soran yok.
1987’de aramızdan ayrılan değerli oyuncu Adile Naşit, nice çocuğun Adile Teyzesi olmayı başarmış ve nice farklı iz bırakmıştı. Adile Teyzeyi nice yetişkin anılarında yaşatıyor. Adile Teyzenin çocuklara neler verebildiğini daha iyi anlamak için, çocukluklarını Türkiye’nin çok farklı iki köşesinde geçirmiş iki yetişkinin anılarına yer vermek istiyorum.
AİLEMİZİN BİR PARÇASIYDI
Hayatımıza girmiş bazı insanların bizimle beraber yeryüzünde daima varolacağına inanırız. Biz büyürken, gelişirken ve yaşlanırken bıraktığımız yerde durmaya devam edecekler gibi hissederiz. Aklımıza kazıdığımız bir bakış, gülüş veya silüet asla değişmez.
Adile Naşit bu silüetlerden bir tanesi. O benim için dünya tatlısı göbeğiyle, ayrık duran bacakları, bunların üstüne konulmuş tombul elleri, minik bir topuzu ve tatlı bir gülüşü olan, bulunduğunuz her durumda sizi mutlu edecek samimiyette bakan bir çift göz… Bir insanı –gerçekten – mutlu etmek için harcanan çabanın tartışılmaz bir örneğidir. Bu sebepledir ki, karşısındaki insanın mutluluğunu önemseyen nadir insanlardan olmuş ve ninelerimizle beraber hatırlanıp, ailemizin bir parçası haline gelmiştir.
Artık fahiş fiyatlarla girilen stand-up gösterileri var. Anlık, bir seferde tüketilen şakalarla geçici mutluluk yaşatan gösteriler bunlar. Adile Naşit ise bizleri yıllar sonra bile Hababam Sınıfı’ndaki kahkahası ise dolu dolu güldürebilmektedir. Samimiyetsizliğin artık her yerde hüküm sürdüğü günümüzde; gülmek, parlatılmış beyaz dişleri göstermek yaygın, güldürmek ise bel altı esprilerle arsızlığı ele almak haline gelmiş. Yani reflekse benzer bir eylemin ötesine geçemiyoruz. Bu da Adile Naşit’i ve o sıcak gülümsemesini daha değerli hale getiriyor.
Çocukluğunu bu tombul teyzeyle geçirmiş birisi olarak kendisiyle ilgili tek dileğim: Eğer Cennet var ise çocuklardan sorumlu meleğin Adile Naşit olmasıdır.
BENİM İÇİN GÜVEN DEMEKTİ
Adile Naşit 80’li yılların ortalarına doğru, televizyonun henüz siyah beyaz olduğu günlerde girmişti hayatımıza. Televizyonun yayın saatlerinin sınırlı olduğu günlerdi. Televizyonların sadece haber saatlerinde açıldığı; kapatılır kapatılmaz üzerine kirlenmesin tozlanmasın diye hemen dantel örtü çekildiği zamanlar.
Adile Naşit benim için güven demekti. Zor geçen bir ergenlikte en çok ihtiyaç duyulan o kavram; güven ve güvenmek. Anne babalara en çok söylenen, üzerine nice kavganın yapıldığı o söz: “Bana güvenmiyor musun?” Elbette anne babaların vereceği yanıt belliydi: “Sana güveniyorum ama çevreye güvenmiyorum.”
Adile Naşit hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı benim gibi binlerce çocuğa güvendiğini hissettirdi, güven verdi. Televizyonda sanki gözümün içine bakarak, sanki benim için okuduğu masallar, verdiği öğütler tartışılamazdı benim nazarımda. Tartışmadan ve tartıştırmadan uzak biriydi ama sanki hep yanımdaydı... Hiç konuşmadan ama hep dertleşircesine yakınımda...
Onun sayesinde tanıştığım mektup arkadaşlarım oldu. Tam 37 arkadaşım. Hiçbirini görmeden yıllarca duygu yüklü satırlar yazdığım kişiler. Bedenimin öfke patlamaları yaşadığı ve olumsuz hayalleri en çok kurduğum o dönemde, yazdığım o mektuplar sayesinde daha huzurlu geçti günlerim. Zamanımı planlamayı öğrenmek, mektuplar için oturup planlama yaparak duygularımı terbiye etmek benim aklımı meşgul eden temel şeydi.
Hiç tanımadığım mektup arkadaşlarıma adaletli davranmak ve değer verdiğimi göstermek için en güzel yazan kalemimle, elimdeki en sevimli kağıda, en iyi el yazımla yazma isteği güvenle ilgiliydi. Adile Naşit bizim kötü şeyler yapmayacağımıza inanıyordu, o bize güveniyordu. Bizi öyle başkalarıyla kıyaslamadan güveniyordu üstelik. Hepimizin iyi koşullarda okumasını, düzenli beslenmesini, sevgiyle büyümesini istediğini hissettiyordu. Adile Naşit bizi kırmadan dökmeden büyümemize yardımcı oluyordu o yıllarda.
Ortaokulu bitirmiştim. Yazları köye gider, okul açılınca da şehre gelirdik. Köyde beslediğimiz hayvanlar vardı. Çocukların en çok ilgilendiği, zaman geçirdiği evin kedisi ve köpeğiydi. Kedi evin içinde beslenirdi. Şehire okul için geldiğimiz dönemdi. Babam her ay şehre gelip benim ve abimin ihtiyaçlarını karşılardı. Köyden gelen herkese sorduğum ilk soru, kedi Tombiş köpek Tanker’in durumuydu.
Bir gün sofrada, babam daha ben sormadan, “Kızım, Tombiş kayboldu, kaç gündür eve gelmiyor,” dedi. Yutkundum. Devam etti babam; “Kızım, Adile Naşit de öldü!” der demez, elimdeki kaşığı sofraya bırakıverdim. Göz pınarlarımdan nereden geldiği, hangi ara dolduğu belli olmayan yaşlar boşalmaya başladı. Babam şaşırmıştı. Bana dönüp, “Annen öldü desem bu kadar üzülmezsin” dediğini hatırlıyorum.
Adile Naşit’i köydeki siyah beyaz televizyonlu günlerde bıraktım. O köyde, benimle anılarımla kaldı. Sonraki yıllarda yüzlerce defa izledim kendisini. Ama en çok o bıraktığım yerde sevdim. En çok ihtiyaç duyduğum; hep karşımda tam gözlerimin içine bakarak kendimi özel ve değerli hissettiren, okumayı yazmayı sevdiren haliyle bıraktım. Şu an bu satırları yazarken beni gülümseten halimle...
100 BİN ADİLE TEYZE
Türkiye bir girdaba kapılmış durumda. Toplumda güven azaldıkça azalıyor. Yalan dolan, borç, yoksulluk yayılıyor. Savaş, saldırı, susturma, ezme her yerde. Şiddet yaşamın her alanına sızdıkça sızıyor. Böyle bir ortamda güvenin azalması elbette ki, kaçınılmaz.
Para ile güven ve huzur satın almaya çalışanlar çoğalıyor. Topluma lüks düşler, özel okullar, özel dersler, taksitle tatiller ve türlü çeşit yanılsamalar satanlar da çoğalıyor. Para ile huzur ve güven arayışı arttıkça, yabancılaşma da adaletsizlikler de artıyor.
İktidar sahipleri "ileri demokrasi" düzeninden söz ediyor, bu düzene bir de padişah gerektiğini söylüyorlar. Sanki güven, huzur ve barış bir kişinin sınırsız otoritesi ile gelecek. Sanki toplumu ağzından tükürükler saçan beyler, paşalar mutlu edecekler.
Türkiye’nin kapıldığı girdapta çocukların güvende ve huzurlu olmaları söz konusu değil. Eğer bir gün için, tek bir gün ağzından tükürükler saçan beyler, paşalar sussalar ve Türkiye’nin her yerine erişebilecek denli çok, belki de 100 bin Adile Teyze beliriverse... İşte o gün bu toplum huzur ve güvenin nasıl gelebileceğini belki keşfedebilir ve Türkiye’nin her yerinden kikirdemeler ve kahkahalar duyulabilirdi.
Evet, bu bir düş. Ama düş kurmak ve olamayacağı zihinlerde oldurmak gerek ki, bu girdaptan kurtulabilelim ve çocuklara yakışır bir dünya kuralım.
EVRENSEL'İNMANŞETİ

“Aşı kampanyaları yapılmalı”

8 Mart’tan notlar: Mücadele yılının başlangıcı

30 yıl sonra Gazi’den Suriye’ye... | "O gün katliamı teşvik edenler bugün meşrulaştırıyor"

Evrensel'i Takip Et