Toplumu yaralayacaklar
2000’den 2012’ye hükümetler “değişti” uygulamaları değişmedi.
17 Ağustos 1999’da Gölcük merkezli yer sarsıntısı sonrasında Marmara Bölgesi felaket bölgesi olmuş; ancak hükümet, arama kurtarma çalışmaları sürerken, sosyal güvensizlik yasasını TBMM’den geçirerek, emekçilerin kazanılmış haklarının gaspıyla ilgili programını değiştirmemişti. Felaketin üzerinden bir yıl geçmeden cezaevlerinin devletin egemenliği dışında “terör yuvası” olduğu tüm toplum kesimlerinde yaygın bir kanıya dönüştürüldü. Çözüm de beraberinde sunuldu; TECRİT. Tecrit nerede, hangi ölçülerde olursa olsun insanı, insanlık onurunu yaralayan devamında yok eden feci bir uygulamadır. Uyarılara rağmen, uygulamayı değiştirmediler.
Tarih boyunca zulme, haksızlığa ve onursuzlaştırmaya karşı direnebilmek, mücadele edebilmek için ellerinde hiçbir araçları, olanakları kalmayanların söz bittiğinde bedenlerinden, yaşamlarından vazgeçerek değerlerini korumaya çalıştıkları bir eylem olmuştur açlık grevleri, ölüm oruçları. Günümüzde, ölmeyenlerin büyük bölümünün kalıcı hafıza ve görme kaybı, el ve ayaklarda hareket kısıtlılığı gibi sağlık sorunları (Wernike-Korsakoff Belirtisi) ile yaşamak zorunda kaldıkları biliniyor.
20 Ekim 2000 tarihinde cezaevlerindeki yaklaşık 816 mahkum da tecridi reddetmek için, bedenini ölüme yatırdı. Ancak sosyal demokrat, liberal ve milliyetçi parti koalisyonundan oluşan hükümet, bu haykırışı duymadı. Yirmi cezaevinde tecride direnenlere alevlerle, mermilerle saldırdı. Otuz hükümlü ve tutukluyu öldürdükleri, 300’e yakınını hastane tedavisi gerektirecek düzeyde yaraladıkları 19 Aralık 2000 tarihli saldırının adını da “hayata dönüş operasyonu” koydular. Eş zamanlı olarak, operasyonun hükümetin değil, devletin bir kararı ve uygulaması olduğuyla ilgili propaganda başlattılar. Başarılı da oldular. “Devletin cezaevinde, ekmeğini yerken devlete başkaldırmak olmaz”dı. “Olursa devlet gereğini yapar”dı.
İnsanı insan olarak görebilen herkes o süreçte yaralandı. O dönemi yakından ve yoğun yaşayan birisi olarak ben de yaralıyım. Benimde yaram henüz sağalmadı. Açlık grevi, ölüm orucu insanın hiçleştirilmeye karşı direncidir. “Ben de varım”, “beni yok sayamazsınız” HAYKIRIŞI’dır. Bu topraklarda bilebildiğim ilkine Nâzım Hikmet’le tanık olduğumuz açlık grevi yine ilk defa 1982 yılında Diyarbakır cezaevinde ölüm orucuna dönüştü ve Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’in ölümüyle sonuçlandı. Oysa mahkumların yalın ve yaşam için hava kadar, su kadar, ekmek kadar olmazsa olmaz bir talepleri vardı; “Biz de insanız”, “Onursuz yaşamayız”.
Bu günlerde, sonuncusundan 12 yıl sonra; TBMM tatildeyken bile yasal düzenlemeler yaparak emekçilerin haklarını gasbeden, haykırışlarının sesi olarak bedenlerinden başka bir şeyleri kalmayan, onursuz da yaşamak istemeyenlerin haykırışını duymayan Hükümet, bizleri benzer eylemlere bir defa daha tanıklık etmek zorunda bırakıyor. Ana dilinde eğitim ve savunma yaptırmamaya başkaldırıya, Kürtlere statü talebi ile Abdullah Öcalan’a yönelik ağırlaştırılmış tecride ve tecridin onursuzluğuna direnmeye tanık oluyoruz. Yalnızca yaşayanlar için değil tanıkları için de ağır bir süreç. 1980 asker darbesinden günümüze kadar 144 kişi yaşamını benzer süreçlerde yitirdi. Toplumun yüreğinde 144 onulmaz yara açıldı. Bir eylemci bile yaşamını yitirirse, sağalmayan yaralarımıza yenisi eklenecek.
Öncekilerin yaşandığı yıllarda yaygın kanı hükümet ile devletin, derin devletin ayrı şeyler olduğuydu. Bugün ise “Derin devleti tasfiye etmiş, kendisi devletleşmiş” ılımlı İslamcı bir AKP Hükümeti var. Ordu, emniyet, istihbarat, yargı, üniversiteler vb. kurum ve kuruluşlardaki görevlilerin tamamı AKP hükümetleri eliyle atandı. Neredeyse tamamı kendi kadrosu. Hükümetin devlet, devletin hükümet olduğu bir dönemde ne Başbakan ne de Adalet Bakanı Sadullah Ergin “bize rağmen” diyemezler. Her ikisi de 58 cezaevinde yaşanmakta olanların hem müsebbibi hem de anahtarı. İsterlerse o dakikada açlık grevlerinin, ölüm oruçlarının nedenlerini ortadan kaldırabilirler. Aksi halde, her bir ölümün sorumlusu olacaklar.
Başbakan, Adalet Bakanı! Bugün 49. gün. Daha fazla gecikmeyin. Cezaevlerini ölüm evlerine dönüştürmeyin. Toplumu bir defa daha yaralamayın. Yüreğimizde 145. yarayı açmayın…
EVRENSEL'İNMANŞETİ

Metal tokat
Renault işçileri, yaşadıkları sorunlar karşısında patronların yanında duran şube yönetimine karşı harekete geçti: Delege sayısının 3 katı aday çıktı, seçimlere katılım rekoru kırıldı, şubenin belirlediği adaylar geride kaldı. 200 bin metal işçisini ilgilendiren MESS grup sözleşmesi öncesi Metal Fırtına’nın amiral gemisi Renault’da yapılan seçimler sendikal bürokrasiye tokat oldu.

8 Mart’tan notlar: Mücadele yılının başlangıcı

Taleplerimiz karşılanmazsa yurt ücreti de yok

Palyatif topluma karşı: Başpınar’da acının kolektif direnişi

Evrensel'i Takip Et