Şeyh uçmaz yönetmen uçurur
Mülkiyet hırsızlığı üstüne kurulu bu dünyada dolandırıcılığın da bin bir çeşidi türemiş tabii. Amerikalı yönetmen Paul Thomas Anderson, her filminde başka bir türden sahtekarlık kolunun peşine düşüyor sanki, filmlerini bunun üstüne kurmasa bile dikkatini vermekten kaçamıyor olmalı. Meşhur kesişen hayatlar temalı filmi Manolya’da (Magnolia, 1999) Tom Cruise’un canlandırdığı “kadınları ehlileştirme” dersi veren karakter ya da Aşk Sarhoşu’nun (Punch-Drunk Love, 2002) kahramanının arayıp başına sardığı telefonla seks hattı gibi. Anderson’un son filminde 70 mm ile çekerek iyice görkemli hale getirdiği teşkilatı, İkinci Emperyalist Savaş sonrası Amerikan taşrasında kendine mürit arayan bir tarikat. Çevirmemişler ama orijinal adı The Master, üstat anlamında.
Aslında son zamanlarda başka birtakım filmlerde duymaya alıştığımız metafizik fikirleri The Master’da duymak oldukça ilginç, çünkü bu kez, filmin bunlarla hayatı açıkladığını iddia etmediğini görerek rahat bir nefes alabiliyoruz. Bulut Atlası’nın falan birbirine değen geçmişli gelecekli hayatları, The Master’ın uyduruk hipnoz seanslarında da var, ama izleyeni etkilemek değil, etkilenme halini göstermek için. Burada, kahramanımız Freddie’nin hikayesi olarak başlıyor her şey, savaşta zaten psikolojisi bozulmuş, dönüşte de toparlayamayan bir genç adam o. Yolu bir şekilde kendilerine Sebep ya da Dava anlamında The Cause diyen tarikat ve lideri Lancaster Dodd’la kesişince orada biraz duruyor. Dodd için Freddie enteresan bir karakter, cahil, saldırgan, sadık, Freddie ise kendini bir şeyin parçası gibi hissetmekten memnun. Neyin parçası derseniz, geçmiş hayatlarından bilgi vereceğim diye insanları hipnotize ettiği bir sırada, katılan tanımadıkları bir adam “Bu yaptığınız hipnoz değil mi” gibi masum sorular sormaya başlayınca, Freddie bunu bir temiz dövmek için kendine vazife çıkarıyor, misal.
Dodd, sahtekarlıkta da bir üstat olduğu için, mesleği sorulunca yazar, doktor, nükleer fizikçi, teorik felsefeci diye kendini tanıtıyor. Yazarlığını görüyoruz, kitapların meraklısı var. Şifalı elleriyle muayene etmesi gibi mevzular da, görenlere iyice tanıdık gelsin diye herhalde, cinci hoca manzaraları. Amerikalılar, Hollywood’da da meraklısı çok olan Scientology tarikatının kuruluşuna benzediğini düşünmüşler ama pekala, her yerdeki her sahte şeyh hikayesinden ortak yanlar çıkacaktır.
Anderson’un yönetmenlikte kendini ispatlaması, her biri bir başka türden filmleriyle zaten malumdü. Denebilir ki, bir önceki filmi Kan Dökülecek’teki kapitalistleşme hikayesi gibi, daha büyük dertler üstüne gitmeye yöneliyor. The Master’la kurduğu atmosfer, Amerikan rüyasının posalarından birinin, tutunamayan bir zavallı adamın dünyada en ciddiye alınmayacak şeyi nasıl ciddiye alır hale geldiğini çok çarpıcı bir şekilde ele veriyor. Dodd’da Philip Seymour Hoffman, gerçek bir üstat sadece, Joaquin Phoenix ise kaybedenlerin ve müritlerin şahı, abartılı olması zaten görev icabı. Filmin esasen üstattan çok çırağın hikayesi üstünde duruyor olması herhalde, şeyh uçmaz mürit uçurur denkleminden. İnancın gücünü gösterirken göz rengini değiştirmesi gibi numaralar etkileyici elbet. Ama genel olarak yönetmenin mükemmeliyetçiliği, hikayesinin köşelerini sivriltmesinde etkin, ama böylesi bir üsluba alışık olmayan seyirci için nereye bakacağı, hangisine kulak vereceği konusunda kafa karıştırıcı da olması mümkün.
Neye inanacağını şaşırmış bir çağın seyircisine, bütün usta-çırak, şeyh-mürit ilişkilerini bozup yabancılaştıracak bir seyir sunmak, anlamlı iş, güzel başarı. Çıkışta ürperen tüylerini düzeltip aklında kalanları uzun süre düşündürmesi, üstadın hediyesi.
Evrensel'i Takip Et