Hele bir ölme de
Askerlik anıları bitmez. Anlatan için bile bitmez, bir de dinleyeni hesap edin. Ama sinemaya baksanız, askerliğiyle övünmeyi bu kadar seven, anılarını anlatmaya doyamayan, 30 yıldır savaşı yaşayan bir ülke için, askerliği mesele eden film sayısı hiç de çok değil. Başından sonuna askerleri gördüğümüz filmlerse daha da az, nasıl temsil edildikleri sorusu cepte dursun. Demek çok konuşuluyor, ama pek anlatılamıyor, sanki.
Dağ, askerde geçen en yeni film. Kendisi bir asker filmi, belki bir savaş filmi, dahası “gerçekçilikten ödün vermeyen bir kahramanlık hikayesi”. Bundan önce, başörtülü modern bir genç kadının hikayesi olarak sunulan Büşra’yı yöneten Alper Çağlar’ın ikinci uzun metrajlı filmi. Bir karakolun iki askerinin bir günlük kaçışıyla ilgileniyor. Komutanlarıyla bir göreve çıkan iki asker, uzun dönem er Ankaralı delikanlı Bekir’le, kısa dönem çavuş, zengin çocuğu Oğuz. Birbirini pek sevmez ve film boyunca bir şekilde saklana saklana düştükleri pusudan kurtulmaya çalışırlar. Bu arada, geri dönüşlerle sivil hayatlarından kesitler görürüz; Bekir’in yoksul ve gururlu yanını, Oğuz’un her şeyi olan ve tatminsiz vakitlerini. Dağda da birbirleriyle uğraşmaktan fırsat bulduklarında telsizle karargahla iletişim kurar, ilk görevleri olan anteni tamir eder, kaçar, saklanır, ateş altındayken bağırırlar.
Yılların askerlik tecrübeleri, sayısız yaşanmış olay içinde anlatılmaya değer çok hikaye var. Ama amaç, askerin yaşadıklarının ne kadar insani olduğunu anlatmak, onların da hiçbirimizden farkı olmayan gençler olduğunu belirtmekse, bunun yolu kahramanlık hikayelerinden geçmiyor. Çocukların cesaretinin altı çizilecek diye, dağ başına dikilmiş kulenin nöbetçisiz bırakılması, onlarca gerillanın olduğu arazilere iki tüfekle dört kişi çıkmaları, vurdukları gerillanın kaleşnikofunu bile almamaları, her yere ayak izi bırakırken iz bırakmıyormuş gibi ambalajları gömmeleri, derdin gerçekçilik falan olmadığını belli etmekle kalsa iyi, komik duruma düşüyor. Kendisine ateş eden gerillayı görünce siper almayan, ayağa kalkıp “Bir ölür bin diriliriz” diye bağırmak meselesine hiç girmeyelim ama kibarca ona kahramanlık ya da cesaret denmez, malum. Zorla askere alınmış ama bir kere bile olduğu yere küfretmeden, görevinden kaçmadan, komutanından nefret etmeden tezkeresini almış karakterlere inanmakla “Vurdum tekmeyi girdim yüzbaşının odasına” diye başlayan anıya kulak asmak arasında seçim yapmak zor. Askere gitmiş gelmiş ya da kamuflaj giymeyi uzaktan sevmiş çok genç bu filmin gerçekçiliğinden etkilenmeye teşneyse bile kusura bakmasınlar, o gerçekçilik, askerlerin birbiriyle didişmesinden, birbirine “poşet” demesinden falan ibaret.
Aralarında Kürtçe konuşan, puşi takan ve az önce mağazadan alınmış gibi ütüsü bozulmamış şalvarlar giyen silahlı adamların adının “düşman” olması, ayrıca pek anlamlı. Film bir soyutlama yapıyormuş, düşmanın özellikleriyle ilgilenmiyormuş gibi yapıyor. Bir örgütten, Kürtlerden, “terörden” bile bahseden yok, sadece o dağda hayatta kalmanın görevi olduğuna inanan subay ve askerler var. Nesi var o dağın, anlatmıyorlar. Nasıl olsa seyirciye yıllardır anlatan çok, teröristler bebekleri öldürüyor, askerler de vatanı savunuyor diye. Gerçekçilikle övünmek isteyen filmler, becerebiliyorlarsa çıkıp bu savaşın 30 yıldır neden bitmediğini cesaretle anlatsınlar. Rüzgar böyle estirilirken kolay olmaz, ama hani ateş altında ayakta durmaktan daha zor değildir.
Hala sahip olunmaması bir utanç kaynağı olan hakları için açlığa yatanlardan hiçbir şey anlamadık diyelim. Bari bir kazada 17 gencin ölüverebildiği günler şunu öğretsin; en son ihtiyacımız olan şey kahramanlık hikayeleri. Bir ölmemeyi becerelim önce, kimse bin dirilmese de olur.
Evrensel'i Takip Et