Türkiye’nin garip mi garip bir geçmişi var. Bu geçmişten günümüze, anlamı pek de belli olmayan “yetimin hakkı” gibi bir kavram kalmış. Bu kavram, bugünü geçmişin yöntemleri ile yönetmek isteyenler çoğaldıkça daha sık duyuluyor.
Başbakan da bu kavramı sevenlerden. 2009’da Tekel işçilerinin eylemleri sürerken, işçilerin taleplerinin meşru olmadığını iddia ederek şöyle demişti: “Kimin parasını ödüyoruz bunlara? Halkın parasını ödüyoruz. (...) buralar artık çalışmıyor, bu bir depo, şu anda üretim falan söz konusu değil. 2 yıl önce dedik ki bakın biz buraları kapatıyoruz, ona göre hazırlıklarınızı yapın. (...) Buna rağmen son zamanlardaki yapılan hareketleri gördünüz. (...) bu ideolojik değil de nedir? Kimin gönlü işçinin (...) soğukta dışarıda kalmasını ister? (...) Ama kusura bakmasınlar ben tüyü bitmemiş yetimin hakkını (...) kimseye yediremem. Böyle bir hakkım yok.”
Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu da bu kavramı seviyor. Bu yaz Kırşehir’de, “Türkiye’de hiçbir banka batmadı. Halkımızın üç kuruş parasını bile hortumlattırmadık. Büyümede, dünyada Çin’den sonra ikinci sıraya yükseldik. Avrupa’da birinci sırada. (...) Bunu, Başbakanımızın liderliğine ve karizmasına borçluyuz. Onun liderliğinde gece gündüz çalışıyoruz,” demiş. Ardından, bir tesisi, kendilerinden önceki döneme göre onda bir maliyetle bitirdiklerini eklemiş. Nedenini de açıklamış: “(...) hortumları kestik. Parayı iyi yönetiyoruz. Bize emanet edilen paraya sahibiz. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını koruyoruz. Böylece hizmetler yağmur gibi yağıyor.”
Duyan cumhuriyet ile “tüyü bitmemiş yetim” arasında belki de anayasal bir bağ var sanacak. Oysa burada bir laf cambazlığı var. İktidarın hiç sevmediği eleştirel seslere kuçak açan bir web sitesinde bu bir güzel açıklanmış. Yetim hakkı, “elle tutulmaz, gözle görülmez, miktarı bilinmez, ne kadarı yenmiştir ölçülmez, dolayısıyla ne kadarı tazmin edilecek o da bilinemez. (...) yetim hakkının hesabı bu dünyada sorulamaz (...) ahirette çekilir cezası. Vergi ödeyenlerin parasının hesabı mahkemede sorulur, cezası da bu dünyada ödenir. Gündelik dilimiz devletle olan ilişkilerimiz, hak-sorumluluk anlayışımız ve hesap sorma biçimlerimizi ne kadar da güzel yansıtıyor.”
* * *
Yani “yetim hakkı” kavramı aslında otoriter düzenin işine yarıyor. Kendini “tüyü bitmemiş yetimin hakkını” korumaya adadığını söyleyen bir komutan, askerleri önce atış talimine götürüp, sonra hedefe isabet etmeyen mermilerin hesabını “tüyü bitmemiş” söylemi ile sorabiliyor. Aynı komutan, tuttuğu takım UEFA Kupası’nı aldığında Dersim’de gökyüzünü izli mermiler ve aydınlatma fişeği ile aydınlatmaktan çekinmiyor. Çünkü “yetimin hakkı” otorite kimse onun tarafından belirleniyor. Sınırsız otoritenin en önemli özelliği keyfi olması.
* * *
Gazze için dökülen gözyaşları da bu şekilde anlaşılmalı. Bir önceki Gazze saldırıları sırasında yetim bırakılan çocuklara “hassasiyet” gösterenlerin Türkiye’de yetim bırakılanlara nasıl sessiz kaldıklarını saptamıştık. Aynı “hassasiyet” yine var. Başbakan, Gazze’yi bombalayan uçakların “terör devleti” göstergesi olduğunu söylüyor. Roboski’yi bombalayan uçaklar ise yalnızca görevlerini yapıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu Gazze’ye koşuyor, gözyaşlarına boğuluyor. Türkiye’de uçaklardan atılan bombalar ve kaldırılan cenazeler ise nasılsa aynı ilgiyi çekmiyor. Bunlar hep keyfi, çıkarına uygun hassasiyet göstergesi.
Türkiye’de sürmekte olan yıkım ve talan düzeni, ne yetimlerin, ne de halkın yararına. “Tüyü bitmemiş yetim” kalıbını ağızlarından düşürmeyenler, aslında yetim üreten bir düzenden besleniyorlar ve anasız babasız kalan çocuklardan zerre kadar rahatsız olmuyorlar.
Bu hafta Uğur Kaymaz’ın ve babasının evlerinin önünde öldürülmelerinin yıldönümüydü. Daha 12 yaşındayken öldürülen Uğur’un kazağındaki 13 kurşunun izi, Ankara’da Utanç Müzesi’nde sergilendi. “Yetim hakkı” arayanlar bu müzeye hiç gelmediler. Çünkü hak ve hukuk onların hiç işine gelmiyor.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et