11 Aralık 2012 10:32

Otorite karşısında özerklik ve tıp

Otorite karşısında özerklik ve tıp

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Günümüzde resmi görevli hekimlerin “otorite karşısında özerkliği” daha açık bir şekilde tartışılmaya muhtaç. Bunu açlık grevleri sürecinde yeniden hissettik. Farkında mıyız; açlık grevi süreçleri eza / cezaevi ve sağlık bağlamında tam bir turnusole dönüştü bir kez daha.
Yıl 1996; açlık grevleri dalga dalga yayılıyor; dönemin Adalet Bakanı ise Şevket Kazan. Yıl 2012 bu kez söz sırası Başbakan Erdoğan’da. Bu iki eski MSP/ Refah partili siyasetçinin sözleri ne kadar da benzeşti inkâr boyutu ile!
Resmi söylem inkâra yaslanınca bürokrat “doktorum” da olsa peşinden gider; değil mi? Bu Kürt başlığında da öyleydi, açlık grevlerinde de benzer seyretti yıllar içinde.
Giderek otoriterleşen, başbakanının “açlık grevi yok” diyebildiği bu ülkede; sağlıkçıların örgütlü olanlarını saymazsak resmi sağlık kurumlarında “hayır var” dendiğinin pratik izdüşümü bir kez daha hissedilemedi ne yazık ki!
Bu bağlamda 1996 yılında TTB- Toplum ve Hekim dergisinde yayınlanmış olan  “Açlık Grevlerinde İzmir Deneyimi” başlıklı yazımdan alıntıyı yeniden paylaşmak isterim:
“Resmi görevli hekimlerin otorite karşısında özerkliklerinin olmamasından kaynaklanan tıbbi yaklaşım yanlışları artık yabancı tıp dergilerinde Türkiye’ye dair bilimsel araştırmalarda ‘profesyonel görev ve kişisel güvenlik arasındaki çelişki nedeni ile hekimlerin gönülsüz suç ortağı rolünü üstlenmek zorunda kaldıkları’ ya da ‘sosyopolitik ortam yeteri kadar uzlaşmacı hale geldiğinde hekimlerin topluca yozlaşabileceği’ şeklinde yorumlanmaktadır.”
Evet, güncel sosyopolitik ahval yeterince uzlaşmacı hale getirilmek isteniyor yeniden. “Yetmez ama evet” bunun dünkü boyutu idi, “bu kez açlık grevini Kürtler yapıyor görmezden gelin” bir başka boyutu!
Geçmişte hiçbir tıbbi birikimi olmadığı halde açlık grevcisini rızaları dışında ama bir o kadar da hatalı tedavi eden kimi hekimler yüzlerce insanı Wernike-Korsakof hastasına dönüştürmesine karşın, hiçbirisi hakkında ne hekim meslek örgütlerinde onur kurulu süreçleri başlatıldı ne de haklarında dava açıldı. Tamam, hekimler özerk değildi, zorla tedaviyi emrediyordu otorite ama ya hekimlik onuru?
Bugüne dönecek olursak yer yer dünden farklı değil. Yine birçok açlık grevcisine vitamin yasağı konabildi, yine kırklı günleri aşmış açlıkta dahi kan tetkikleri alınmadı nice cezaevi revirinde, yine tahlilleri bozuk olanların kontrol tetkiklerinin yapılmadığı yayılıyor kulaktan kulağa.
Oysa bugün dünün tekrarı olmamalı, öğle değil mi?


ANAHTAR DELİĞİNDEN HEKİMLİK: CEZAEVLERİ

Eylül 1986, Yarın aylık edebiyat dergisi, başlık “Diyarbakır Cezaevinden Bir Tanık: Yeni Diyarbakırlar Olmasın”
Yıllar sonra bir kez daha okudum ve utandım yeniden. İşkence ve kötü muamelenin tanıklığında sağlıkçılara da yer açılmış ne yazık ki: “Bir de iğne yapma olayı vardı. Diyelim koğuşta bir tane hasta var. Zaman zaman revirden gelen sıhhiyeler koğuşun kapısını açıp iğneyi vurup giderlerdi. Zaman zaman da hastayı gözetleme deliği önüne getirmemizi isterlerdi. Biz birkaç kişi hastayı kaldırır, küçücük gözetleme deliği önüne hastanın kıçını getirecek şekilde yaklaştırırdık. Onlar da dışarıdan iğne yaparlardı.”
İşkence ve kötü muamele ile mücadele beraberinde karşı tarafın daha sofistike yöntemler geliştirmesine yol açabiliyor. 1980 faşizminin Diyarbakır Cezaevi’nde sağlıkçıların “gözetleme deliğinden iğne yapması” ile günümüzde kimi cezaevlerinde “açlık grevcilerinin gözetleme deliğinden tıbben izlenmesi” arasında özü itibarı ile bir fark olmasa gerek.
Açlık grevleri başlayınca bir ‘sis aralanır’ yeniden. Nicedir sağlıkları ve sağlık izlemi unutulmaya / unutturulmaya yüz tutmuştur cümle mahpusların! Derken açlık grevleri /  ölüm oruçları sona erer; yoğun bir sis örülmek istenir yeniden. Oysa onların ciddi bir tıbbi izleme ihtiyaçları var. Özellikle yirmili günleri geçenlerde mutlak surette kimi kan tetkiklerinin beslenmeye başlandıktan sonra da yapılması / tekrarı şart. Ya reva görülenler?
Bugünü görmek için dünü hatırlamakta yarar var; örneğimiz Buca Cezaevi olsun. Yıl 1996, açlık grevleri biteli iki ay olmuş ama öncesinde kan tetkikleri bozuk nice mahpusun kontrolleri yapılmıyor. Tabip odası yönetimi adına rotasyoner cezaevi hekimi ile ben görüşüyorum. Hekim geçmiş hakkında bilgi sahibi değil, hatırlatınca arşive bakıp bazı tetkiklerin tekrarını ve kan örneklerinin cezaevi içinde alınmasını uygun görüyor. Ama ekliyor; “bu tıbbi kanaatim için cezaevi müdüründen izin almam gerek”. Anlamakta zorluk çekmediniz sanırım; bir hekim görev alanını otoritenin emrine uyumlulaştırmaktadır o an. Derken; cezaevi müdürünü birlikte ziyaret ediyoruz. Ama o da ne; cezaevi müdürü hekime dilekçe vermesini emrediyor. Sonrasında ne mi oldu; kan tetkikleri yapılamadı ve yerel tabip odası il cumhuriyet başsavcılığına 25 Eylül 1996 tarihinde “tetkiklerin tekrarı için cezaevi hekimine gerekli olanağın sağlanması” ile biten resmi bir yazı yazmak zorunda kaldı. Yararı oldu mu; cevabını siz verin!
Hal böyle olunca 1996’in 2001’e miras kalması şaşırtıcı olmasa gerek. Bu kez 2001 yılı açlık grevlerinde bir başka zulmün belgesini taşıyor bugünlere tabip odası arşivi. Belge bir avukat tutanağı: “30 Mayıs 2001’de müvekkillerim (ölüm orucu sürecinden) ile hastane dahiliye kliniğinde görüştüm. Her ikisi de bir metre uzunluğunda zincir ile yataklarına bağlanmışlardı”
Evet, bugün dünün tekrarı olmamalı öğle değil mi? İnsan Hakları Haftası vesilesi ile bir kez daha soralım: Ya gerçekliğimiz, ya kendi ördüğümüz zincirler? Ya çocuk mahpuslar?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa