Uyuş/turul/muş akıl ve acı beden
Fotoğraf: Envato
Cengiz, Eckhart Tolle’un şu tezinden yola çıkıyor:
“Hatırlanması gereken ilk şey şudur: Kendinize acıdan bir kimlik inşa ettiğiniz zaman, artık ondan kurtulamazsınız. Kimliğinizin belli parçaları duygusal ıstırabınıza yatırım yaptığında, bu acıdan kurtulmaya ilişkin her girişime bilinçdışı bir direnç geliştirir veya süreci sabote edersiniz. Çünkü kendinizi bir bütün olarak tutmak istersiniz ve acı artık sizin kimliğinizin temel bir yapıtaşı haline gelmiştir...” “Acı beden, diğer bütün varlıklar gibi, var olmaya devam etmek ister ve onun varlığını sürdürebilmesinin tek yolu, sizin onunla farkında olmadan özdeşleşmenizdir. Akabinde, o ayaklanır, sizi ele geçirir, siz halini alır ve sizinle yaşam bulur. İhtiyaç duyduğu gıdayı sizin aracılığınızla temin eder.” “Acı beden sizi ele geçirdiğinde, daha fazla acı istersiniz. Ya mağdur veya fail olursunuz. Acı çektirmek veya acı çekmek ya da her ikisini aynı anda istersiniz. Aslında bu ikisi arasında da çok fark yoktur. Tabii ki bu süreçlerin bilincinde değilsinizdir ve hararetli bir şekilde acı istemediğinizi savunursunuz. Ama dikkatli bir şekilde bakın ve şunu göreceksiniz: Düşünme biçiminiz ve davranışlarınız, başkalarına ve kendinize acı çektirmek üzere inşa olmuştur.”
Cengiz, sözü, Kürtlere getirinceye dek epey zorlanmış:
“Kendini sabote eden, acılara tutunan, bir türlü acısını bırakmayan insanları anlatmak istiyorum aslında. Zihnim, bir kurnazlık yaparak müdahil oluyor: “Buradan işi Kürt sorununa getir” diyor ve ekliyor:
“Örselenmiş ebeveynlerin örselediği, mutsuzluğu, huzursuzluğu bir eroin zulası gibi sürekli yanında taşıyan bu ülkenin ezici çoğunluğunu anlatmak istiyorum. Ama aklım, batıdakilerin bin beterini yaşamış Kürtlere kayıyor. Yüz yıllardır aşiret baskısı altında inlemiş, sonra devlet tarafından tarifi zor zulümlere maruz bırakılmış Kürtlere.”
Kürtlere varmak için zorlanmakta haksız değil, çünkü, tutunduğu tez, tek başına ve bu haliyle bütün bir halkı, “Dağla mistik bağlantı kurmuş Kürtleri” anlatmaya yeterli görünmüyor.
Eckhart Tolle’un bireyler ve oluşturdukları toplum üzerine gözlemlerinin pek çok doğru yanı var. Ama Cengiz’in de devralmamak için uğraştığı temel eksiği, birey acılarının ve giderek toplumsal acıların politik kaynaklarını ya irdelemeye yanaşmaması ya da bu olguya çok az yer vermesidir, Yazarın külliyatını daha geniş konuşuruz elbette, ama en azından burada söz konusu edilen bölümde bu kopukluk çok belirgin.
Bu eksiklik okuyanları, insanların kendiliğinden, handiyse nedensizce birer acı beden edindikleri, sonra bütün mutluluklarını bu acı bedende erittikleri gibi sonuçlara götürebiliyor. Şu soru can yakıcı bir biçim kazanıyor böylece: Kürtler, koşullarının onlara yüklediği acıları aslında seviyorlar mı?
Oysa en küçük kişisel kaygının da, en ince kişisel korkunun da toplumsal ve politik nedenleri, kaynakları vardır. Ve “Karanlık,” “Yükseklik,” vbg tıbbın alanına girebilen korkular bir yana bırakılsa bile, hiçbir korku ve o korkulardan doğan hiçbir acı toplumsal, politik ve düşünsel nedenlerden, kurumların, geleneklerin, devletin sistematik şiddetinden kopuk olarak ele alınamaz.
Benim en çok korktuğum şeylerden biri yazıyla haksızlık etmektir. Bu nedenle, Tolle’un sözlerinden sonra, Cengiz’in ince bir tereddütle ördüğü şu satırları da anmadan geçemeyeceğim:
“Bilmiyorum, bu satırlarda kendinize, tanıdıklarınıza ve bir türlü bitmek bilmeyen Kürt meselemize ilişkin bir şeyler buldunuz mu? Bakın ‘bir şeyler dedim’, yani her şey değil, her şeyin açıklaması değil; tabloda neden bir rengin başat olduğuna dair bir açıklama belki de...”
***
Ama psikoloji alanını politikanın dışına çekerek konuşulan her yerde daima büyük bir eksik olduğunu da düşündüren bir kaynak Cengiz’in yazısına konu ettiği. Bu da aslında o kadar fena ve dar bir durum değil; çünkü Cengiz’in inceliğiyle üzerinde konuşulabilecek denli, seviyeli bir yazı çıkmış ortaya. Ben vurguyu daha çok korkuların ve acıların kaynağına yaparak ilerlemeyi önerdiğim için sözü biraz daha uzatacağım.
***
Goya, ülkesini Fransızların işgal etmesinden sonra gördüğü vahşeti resmederken öteki pek çok öncülünden ve çağdaşından farklı olarak, vahşetin hem tarihsel ve modern politik köklerine, hem de dinsel köklerine bakmaya çalışıyor. Bu nedenle de “Savaşın Felaketleri” ve “Kara Resimler” gibi serilerinde yer alan kimi eserleri resim alanının estetik değerleri bakımından “Neredeyse karikatür” gibi müstehzi cümlelerle değerlendirilse bile, bu serilerin düşünsel derinliği karşısında olumsuz bir vargıdan söz edene pek rastlanmaz.
Adı, sanat tarihi literatürüne, “Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır” diye geçen desen, hem tersinden, insan zihninin hangi koşullarda dinlenebileceğine ilişkin psikolojinin temel sorularını tartışmaya, hem bir sanat olarak uykuya, hem de baskı altındaki zihnin, kendi karabasanlarını üretmeye devam etmesine bakmak için önemlidir.
Bu eserlerin ortaya çıktıkları tarihsel dönem, sadece İspanya’nın Fransızlar tarafından işgal edilmesiyle tarif edilemez; Avrupa’nın pek çok ülkesini kasıp kavuran ve Hıristiyanlığı akıl almaz nobranlıklar içine itekleyen engizisyonun ipleri gevşetmesinin üzerinden on yıl ya geçmiş ya geçmemiştir. Yani zulümkarlık, toplumun hücrelerinde yaşamayı sürdürmektedir. Bütün dehşetiyle her an geri gelme olasılığı da cabası...
Goya, bütün bu süreçlerin köklerine bakmaktadır. Bütün güvenlik duygularını yitirmiş bir toplumun bireylerinin sığınabilecekleri din alanının da, insanlara yaptığı yapacağı şeytanlar, iblisler, cadılar, yaratıklar yoluyla korku salmak olduğunda, aklın kutsallıkta bile uyumasının hem biçimsel özellikleri, hem de içeriği değişmektedir.
***
Birbirini izleyen bunca baskının insana vereceğinin dinlenmek, yenilenmek ve sevinç üretmek olabileceğini düşünmek hayli zordur.
***
Goya, İspanya kültürünü küçümsenmeyecek ölçüde derinden tanıyan bir sanatçıdır. Toplumun pedagojik değerlerinden, sevme biçimlerine kadar pek çok konuda kafa yormuş olduğunu külliyatına bakarak anlayabiliriz.
Dolayısıyla bir İspanyol bireyinin uykusunun, o bireye daima karabasanlar peydahlayacağını düşündüğünü sanmıyorum. Goya, son dönem çalışmalarının tümünde insanın üzerine binmiş, yapışmış, insanı ağırlaştırmış politik (=Savaş) karanlığını kaynaklarıyla birlikte düşünülmesini murad etmiştir demek bana fazladan bir şey söylediğimizi düşündürmez.
Bu desenin adı Türkçeye, “Sağduyunun uyuması canavarlar yaratır” diye de çevrilebilir. Goya’ya, Kürtlere ve vahşete bir de us, sağduyu kavramları arasındaki ince bağıntıdan bakalım, derim.
Orhan Kemal Cengiz, “Neden bu kadar mutsuzluğa temayül ettiğimize, neden silahın, dağın bu kadar çekici olduğuna ve neden barışa giden yolun binbir tuzakla dolu olduğuna, neden sürekli kavga etmenin ve kan dökmenin barışmaktan çok daha kolay olduğuna ilişkin küçük bir not” düşmüş. Bir tehlikeyi de haber veriyor. Ben, kaynakları üzerinde daha geniş düşünmeye öncelik vermeliyiz, çünkü gelecekte yapacaklarımız bugünü derinden anlamaya bağlıdır, diyorum.
- Kıtlığı gösteren bolluk 15 Haziran 2013 05:47
- Hukuk 26 Ocak 2013 14:22
- Nefret söylemi bir anlık gaf mıdır? 12 Ocak 2013 08:39
- Boşluk (=Barış) 05 Ocak 2013 12:27
- Cinayet karşıtlığının cani ile yakınlığı 15 Aralık 2012 07:48
- Erdal 08 Aralık 2012 08:32
- Boşluk, sanat ve politika 01 Aralık 2012 05:19
- Affetmek ya da yaşamak 25 Kasım 2012 11:54
- Derine, derindeki derine 10 Kasım 2012 08:38
- Renk, evren ev acı 03 Kasım 2012 10:57
- Kedi neden baksın ki krala? 27 Ekim 2012 14:59