Kraliçe Loana'nın gizemli alevi
Umberto Eco , “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”adıyla dilimize kazandırılan (Çev.Şemsa Gezgin) romanında, belleğini yitiren bir adamın geçmişine ulaşabilme çabalarını anlatır. Bu arada Mussolini İtalya’sına değin ilginç gözlemlerini de aktarır. Okuru dönemin gazeteleri dergileri, yazın dünyası, radyo günleri, müzik, sinema, tiyatro sanatı ve sanatçıları üzerinde bir nostalji gezisine çıkarır. Kitabı bitirdiğimde kendimi çocukluğuma dönük anıları araştırırken yakaladım. Daha doğru deyimle ikinci dünya savaşının içinde doğmuş, zorlu koşullar içinde yaşamış bir kuşağın çocukluğunu. Yoksullukları, yoksunlukları, korkuları.
Yaşanan ama yine de kolaylıkla çocukça bir oyuna dönüştürülebilen unutulmaz günleri. Eco’dan esinlenerek okuma sevgisini bana edindiren hangi yayınlardı diye düşündüm. “Çocuk Haftası” ve “Çocuk Sesi” büyülendiğim hafta sonlarını iple çektiğim dergilerimdi. Yeni dünyaların kapıları açılırdı sayfalarında. Biraz daha büyüdüğümüzde Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun; Gültekin, Savcı Bey, Sarı Beniz gibi kahramanlık öyküleri içeren kitapları, bir yandan okuma alışkanlığımıza ivme katıyor, bir yandan da savaş zamanı öne çıkan Türkçü akımları bilinçaltımıza yerleştiriyordu. .Michel Zevako’nun “Pardayanlar”ı ile tanışmam tam da o sıralara rastlar. Zevako yeni bir kahraman yeni bir ülke, yeni entrikalarla buluşturuyordu beni. Serinin tüm kitaplarını bitirdiğimde bu kez Marcel Allain ve Pierre Souvestre’nin ünlü yapıtı “Fantoma”nın öyküleri içinde kayboluverdim. Bunu Maurice Leblanc’ın, gecelerimizi uykusuz bırakan, kibar hırsızı “Arsen Lüpen” in serüvenleri izledi. Panait Istrati, Steinbeck, Gorki, Jack London, Hemingway, Exupery gibi ustalarla tanışmamız ise bizim kuşağın, gerçek yazın dünyasına adım atması demekti.
Ancak ilk gençliğimizi öylesine sarıveren ve okuma tutkumuzun temel taşları o ilk kitaplarımı hiç unutmadım. Sonraları başucu kitaplığıma Borges, Eco, John Berger, Galeano, Paul Auster gibi usta yazarların yapıtları eklense de. İlk okumalarımı hep özlemle anmayı sürdürdüm. Eco’nun “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi” yapıtına yıllar sonra neden yeniden döndüğümü tartışıyorum kendimle. Kitabın sayfalarını yeniden karıştırırken ilgimin belleğinin bir bölümünü yitiren roman kahramanı üzerinde yoğunlaştığının farkına vardım. İnsanı ürküten, tedirgin eden bir durum. Belleğin kısmen de olsa yitimi nasıl bir kabus? Bunu ancak, sevgiyle örülü uzun bir yaşamın ardından bir sevdiğinin, hayat yoldaşının başına geldiğinde, büyük bir acıyla ama daha somut bir biçimde anlayabiliyor insan. Bunu yaşamak bir yana düşüncesi bile korku verici. Eco’nun romanına dönersek, ikinci dünya savaşı kuşağının acı, yoksulluk ve yoksunluklarla örülü yaşantısına ayna tuttuğunu söyleyebiliriz. Yokluk ve yoksunlukların içinden küçük sevinçler, mutluluklar da çıkartabilmiş, sanatı ve edebiyatı yaşatma becerisini gösterebilmiş insanların öyküsü.
Çağımızda yaşantılarımızın ayrılmaz parçası haline gelmeye başlayan korkularımıza hep yenileri ekleniyor. Saklandığımız güvenlikli siteler,. Gökdelenler, siber güvenlik önlemleri bireyin bedensel ve ruhsal sağlığını korumaya, korkularından, kuşkularından arındırmaya yetmiyor. Yeni dünya düzeninde savaşlar, doğal afetler, yükselen ırkçılık, ötekileri ve göçmenleri hedefe oturtan nefret kaynaklı şiddet, giderek radikalleşen din temelli saldırılar gibi insanı bekleyen ne çok tehlike var 21 yüzyılda. İnsan aklı ve emeği tüm bu tehlikelerin üstesinden gelmeyi başarabilecek mi? Yoksa günümüzde yaşananlar gibi en vahşiyane katliamlarda bile taraf seçerek elini ovuşturup iyi oldu mu diyecek? Bu topraklarda ve tüm dünyada barış savunucularının sesi savaş isteyenlerden. Çatışmalardan, ölümlerden çıkar sağlayanlardan daha gür çıkmadıkça yeni yüzyıldan da insanlık adına umutlu olmak zor.
Çağımız bilge insanlarından Yazar, Tarihçi Eduardo Galeano’nun yeni bir kitabı çıktı Sel Yayınlarından. Süleyman Doğru’nun dilimize çevirdiği yapıt bir günlük. “Ve Günler Yürümeye Başladı” adını taşıyan çalışmasında yazar yılın ilk gününden başlayarak her günü dünyada o tarihe denk düşen bir olayı kendi ustalıklı üslubuyla anlatıyor okura. Yazıya otururken takvime baktım. Bugün 15 Ocak. Gelin bu günü Galeano’nun kaleminden okuyalım:
AYAKKABI
1919’da, devrimci Rosa Luxemburg Berlin’de katledildi. Katiller onu dipçik darbeleriyle öldürüp bir kanalın sularına attılar. O esnada ayakkabısının teki yere düşmüştü. Bir el ayakkabıyı çamurun içinden aldı. Rosa ne özgürlük adına adaletin, ne de adalet adına özgürlüğün feda edildiği bir dünya istiyordu. Bir el her gün, tıpkı o ayakkabı tekine yaptığı gibi, Bu bayrağı da çamurun içinden çıkarıyor.
Evrensel'i Takip Et