21 Şubat 2013 10:33

Güzel başlayan bir rüya gibi

Güzel başlayan bir rüya gibi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Diyecekler ki arkamdan / Ben öldükten sonra / O, yalnız şiir yazardı / Ve yağmurlu gecelerde / Elleri cebinde gezerdi / Yazık diyecek / Hatıra defterimi okuyan / Ne talihsiz adammış / İmanı gevremiş parasızlıktan”
Muzaffer Tayyip (Öldükten Sonra)
Şiir, bazen bahanesi sinemanın. Yılmaz Erdoğan’ın beyaz perdeye taşıması da birçok izleyici için, genç ölen iki güzel şairle tanışmanın bahanesi olacak, ne ala. 1941 Zonguldak’ında, mükellefiyet ve verem yıllarında iki şair arkadaş Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip. Savaşın gölgesi ve şiirin büyüsünün en derinden hissedildiği bir ortamda aşklar, şiirler, tedaviler, tutunamamalar ve umutsuzluklar üstüne epey iddialı bir film karşımızdaki. Şiirle bu kadar iç içe bir film izlemek zaten pek kolay denk gelinecek bir tecrübe değil ve genel olarak, aksamalarla birlikte, Kelebeğin Rüyası’nın oldukça şiirli bir duygusu olduğu söylenmeli. Şiiri beğenmenin şairini beğenmek anlamına gelmemesi gibi, öyküden etkilenmek, filmden etkilenmek için yeterli değil ne yazık ki.
Madencilerin yorgun yüzlerinin görüntüleri eşliğinde, seyircisini dönemin ruhuyla birden çarparak başlıyor film. Zonguldaklıların zorla madende çalıştırılmak üzere götürülmelerine sebep olan mükellefiyetin gölgesi altında şiire tutkun iki genç adam. Sonrası, aşk en güzel bahanesi şiirin, en azından filmin ilk yarısı için. Devamında belki şiir hayatın bahanesi denebilir, olabildiği kadar. Ölümcül hastalıklarına bile gülebilen iki tutkulu arkadaşın öyküsünü başarıyla anlatırken, yağmurlu, bisikletli ve arnavutkaldırımlı bir İtalyan kasabasına benzeyen Zonguldak’ı izlemeye doymak güç. Meraktan madene inip, oranın bir toplama kampından bile mutsuz, trajik halini görmelerinden itibaren düşüş başlıyor, sonrası, sanatoryum günleri, duvarlara şiir yazmalar bir Yeşilçam melodramı için bile olabileceğinden çok daha acıklı. Rüştü Onur’un Şair Leyla sokağında manavlık günlerini, şiirlerinde olduğundan daha ayrıntılısını, daha ruhunu yansıtır şekilde vermesiyle renklenecekmiş de olmamış gibi. Yılmaz Erdoğan gibi yıllarını komediye vermiş birine komedi unsuruna neden sırtını döndüğünü sormak tuhaf belki, ama yarıdan sonra filmin daralmasının başlıca sebebi, karakterlerin birbirleri ile ilişkilerini anlatan ve onları seyirciye sevdiren diyalogların kesilmesinden.
En başarılı yanı, karakterleri; Rüştü Onur’da Mert Fırat fırlamalığı (“Bütün dünya savaşırken bu kadar güzel olmak doğru mu?​”) ve Muzaffer Tayyip’te Kıvanç Tatlıtuğ hassaslığı (“Yağmurlu gecelerde elleri cebinde gezerdi.”) o kadar kendine yakıştırmış, birbirlerini en iyi anlayan iki tutku dolu arkadaşı o kadar iyi yansıtmış ki, seyircinin 40’ların Zonguldak’ına varıp onlarla arkadaş olduğunu hissetmesi çok vakit almıyor. Bir de filmin fazlalarına takılmak mümkün, her saniyeyi kaplayan müzikten başlayarak. Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı, ikiliye abilik eden Behçet Necatigil’in (“Bin bir zahmetle ciğerlerinizi iyileştirmeye çalışıyoruz, bir de başımıza kalp işi çıkarmayacaksınız değil mi?​”) bir yan karakter için fazla gelmesi, aşık oldukları Suzan rolündeki Belçim Bilgin’in ise liseli olduğuna inanmanın epey güç olması gibi unsurlar tam yerli yerine oturmuyor.
Üstelik Kelebeğin Rüyası’nda bir başyapıt için gereken malzemelerin hepsi var, hikayesi, atmosferi, oyunculuğu ve daha fazlası. Güzel başlayan bir rüya gibi. Ama her rüya çıkmıyor işte.


KELEBEĞİN RÜYASI

Yön: Yılmaz Erdoğan
Oyuncular:  Fırat, Zeynep Farah Abdullah, Yılmaz Erdoğan
138 dakika

evrensel.net Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa