Hassasiyet, korku, beklenti ve pazarlıklar: Barışını arayan ülke
Bu savaş ilk değil bu topraklarda, görünen o ki eğer başarılabilirse ilk barış olacak. Süreci zorlu kılan önemli bir etkendir bu. Bu sebeple kırılgan bir süreç ve bağlantılı olarak korkulu bir bekleyiş söz konusudur. Görüşmeler başladı ancak hâlâ bir müzakere süreci başlamadı. Herkes 21 Mart 2013’te yapılacak açıklamayı bekliyor. Anlamlı bir Newroz yaşayacağız bu yıl. Tüm okuyucuların Newroz Bayramı’nı şimdiden kutluyorum. Umarım 21 Mart 2013 tarihe düşen önemli bir not olur.
‘Böyle barış ve çözüm olur mu’ demeyin. Oluyor işte! Yıllardır tek tip insan yaratmak uğruna bin bir yalanın ders kitaplarına yazıldığı ve entrikaların olağan işler haline geldiği bir toplum mühendisliği ülkesinde barış ve çözüm böyle oluyor demek ki. Barış ve çözüm süreçlerine dair epey örnek var ama bu türden bir örnek yok sanırım. Peki, çok benzer olmasa da yaşanan süreçlerden alınan dersler yok mudur? Olmasını umut edebiliyoruz ancak. Zihniyetin değişeceğine dair işaret(ler) var mı? Sadece ‘Umutlarımız var’ diyebiliyoruz şimdilik.
İnsanlığın (bilim) tarihi, ‘Nereden geldik nereye gidiyoruz’ sorusu ile başladı denir. O zaman bu soruyla başlayalım: Nereden geldik nereye gidiyoruz?
Bu sorudan sonra neler yaşandı neler: Temel bilimler ve insani bilimler iç içe geçerek insanı, ülkeyi ve dünyayı çok ama çok değiştirdi, geliştirdi ve şu an yaşanan noktaya getirdi. Temel ve insani bilimlere de savaş açmış bir ülkede barış ve çözümün bir kanadı kırık olacaktır hep. O halde öncelikle bu arızayı tamir etmek zorundayız. Yani, bilimin hakkını teslim etmeliyiz.
1924’te başlatılan ve hiç tereddütsüz uygulanan” büyük proje”yi gözden geçirmeliyiz sonra. Bugün yaşadıklarımız bu projeden bağımsız olamaz. Birer “mühendislik ürünü” olduğumuza göre bir çok katliama, katledilen bilim ve düşün insanlarına, ötekileştirilen ve sürülen farklı toplum ve insan kesimlerine, bu güzelim toprakların her anlamda çölleşmesine yol açan “toplum mühendisliğini” ve “toplum mühendislerini” sorgulamalıyız. Farklı ve eşit iken zengin ve mutluyduk. Sonra bu “proje” dayatıldı ve hayatımız zehir oldu. Eşitlik bozuldu. Farklı olanlar yok edildi. Tek yönlü beslenen obez bir yaratığa dönüştürüldü bu ülke.
İnsanların/toplumların korkuları ve hassasiyetleri olur elbette… Beklentileri de olur toplumların. Gerçeklikle uyuşmayan beklentiler travmaya dönüşür sonra. Toplumu içten içe çürütür. Çürüyen toplum çorak toprak gibidir. Nitelikli ürün alamazsınız. İşte 90 yılın özeti budur: Özüne yabancılaştırılmış ve niteliği düşürülmüş çürüyen toplum. Dolayısıyla barış ve çözüm süreci aynı zamanda bir tedavi (rehabilitasyon) süreci gibi işlenmek zorundadır. Bunun adımlarından biri kendimizden başlayarak yüzleşmektir. İkinci adımı Kürtler ve Türkler başta olmak üzere tüm farklı toplulukların, Aleviler ve Sünniler başta olmak üzere tüm farklı inançların eşit olduğunu kabullenmek ve her fırsatta dile getirmektir (deklarasyon). Üçüncü adım da ilk iki adımda edinilen deneyim ve kazanılan ruh haliyle toplumsal bir sözleşme yapmaktır (Demokratik Anayasa Yapım Süreci).
Bu üç kritik adım (yüzleşme, eşitliğin deklarasyonu ve Anayasa) hiç şüphe yok ki içi boş kardeşlik edebiyatıyla değil, somut adımlarla desteklenir. Hassasiyetler ve korkular bu şekilde azaltılır. Beklentilerin boşa çıkmayacağı sergilenmiş olur. Anlamsız pazarlıklara gerek kalmaz. Sorun çözme yeteneği gelişir ve öz güven artar. İnsanlar/toplum mutlu ve barışık olur. Barışını arayan Türkiye yerine barışa giden yolu ilmek ilmek ören bir Türkiye söz konusu olur. Ne diyordu şair: “Men anayam bu sesimde yerin göğün derdi var/ Sulhe gelin ey insanlar yohsa dünya mehvolar.”
Anaların sesine kulak verelim, yoksa mahvoluruz.
Evrensel'i Takip Et