Yıllar önce bir televizyon programına konuk oldum. Programın evsahibi oldukça ünlü bir şarkıcıydı. Program tipik bir magazin program değildi; önemli konular da ele alınıyordu. Önemli bulduğum bir konuyu ele almak üzere çağrıldığım için bu daveti reddetmedim.
Programın evsahibi ünlü bir şarkıcı olduğu için kendi makyajcısı vardı. Yarım saati aşan bir sürenin ardından makyaj bitti. Evsahibim yeterince cilalanmıştı ve programa hazırdı.
Program bittikten sonra yakın bir arkadaşım beni aradı. Programda söylediklerim iyiydi ama cilamda sorun vardı. Örneğin ayakkabılarım cilalı değildi. Ben kendimce açıklamalarda bulundum: Dersten çıkıp gelmiştim; benim derdim televizyonda cilalı görünmek değildi. Önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda görüş vermeye gelmiştim. Arkadaşım bu gerekçeleri bir yana bırakmam gerektiğini söyledi. Televizyon cila gerektiren bir mecraydı ve bu gibi programlara cilalı gitmem gerekiyordu. Uyarının nereden geldiğini aslında çok iyi biliyordum. Arkadaşım yaşından fazla ülke görmüş, diplomatik ortamlarda büyümüştü. Onun havasını soluduğu ortamlarda cilalı olmak kuraldı. Siyaset cilalı bir işti.
***
O günden sonra cilalı ayakkabılar konusunda ters yönde duyarlı oldum. Zaten ortaokul ve lise döneminden cilalı olmak türü baskılar konusunda yeterince deneyimim olmuştu. Sonra askerlik yaparken orduda cilanın insanlıktan önde tutulduğunu görmüştüm. Kendimi cilalamamaya özen gösterirlen, kendine bol cila çekenlere daha fazla dikkat etmeye başladım.
Topluma yutturulmak istenen şeylerin nasıl cilalandığını deşifre etmeyi kendime görev edindim. Pırıl pırıl, ışıl ışıl alışveriş merkezlerinin, süslü vitrinlerin sahne arkalarını daha çok kurcalamaya başladım. O cilalı işadamlarının Türkiye’de, Hindistan’da ve başka yerlerde neler yaptıklarını elimden geldiğince sergilemeye çalıştım. O bankacıların İspanya’da, G.Afrika’da, Yunanistan’da, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi cilalı olduklarını ve parlak fikirleri ile insanları borçlandırmaya çalıştıklarını kendi gözlerimle gördüm...
Parlak fikirler, parlayan alışveriş merkezleri, “seçkin ve ayrıcalıklı yaşam” pazarlayan reklamların sunduğu sahte yaşamları deşifre etmek zor değil. Biraz dikkatli bakmak ve kurcalamak, aldatmacaları anlamaya yeterli oluyor.
***
Cilalı ayakkabılara duyarlı olmak, aynı zamanda cilasızların yanında olmayı, onların öykülerini anlatmayı da gerektiriyor. Toplumu uyutmaya çalışanlar cilasızların öykülerinin bilinmesini hiç istemiyorlar.
Dün Evrensel’de yer alan Ahmet Yıldız’ın öyküsü bu öykülerden biri. Ahmet Yıldız daha 13 yaşındayken okul masraflarını karşılamak için bir plastik fabrikasında çalışmaya başlamış. Haftada 100 lira kazanmak için çalışıyormuş. Önceki gün fabrikadaki pres makinesine kapılarak can verdi. Fabrikanın patronu Ahmet Yıldız’ın iş kazasında değil, bir trafik kazasında öldüğünü iddia etmiş.
Ahmet Yıldız’ın kardeşi Tahsin Yıldız, “Ortalığı süpürme, çay getirip götürme gibi işlere bakıyordu. Haftalık 100 lira veriyorlardı. Pres makinasında çalıştırıyorlarmış. 13 yaşındaki çocuğun pres makinesinde işi ne, şikayetçiyiz” demiş.
***
Türkiye’de daha nice Ahmet var... Cilalı ayakkabılar giyen patronlar ve siyasetçiler ne derlerse desinler, Türkiye’de çocuk ve gençlerin durumu kötüye gidiyor. DİSK’in geçen hafta yayımladığı rapora göre, gençler arasında işsizlik %20 düzeyinde. Umudu olmadığı için ya da diğer nedenle son üç aydır iş aramayan ve bu nedenle işsiz sayılmayan gençler de sayılırsa bu oran %30’a yaklaşmakta. Çalışanların durumu incelendiğinde, kayıt dışı çalışma oranı 15-19 yaş grubu için %70, 15-24 yaş grubu için %40 düzeyindedir.
Durum bu. Türkiye’nin bir “bölge lideri” ve “dünya lideri” olduğunu iddia eden, cilalı patronlar ve siyasetçiler ne derlerse desinler, cila ile acı gerçekler örtülmüyor.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et