Savaş öncesinin yoksulluk ve işsizlik dönemi geride kalınca, barışla birlikte yoksulluğa karşı seferberlik başlar. “Öyle barış istemeyiz” derler. Sağlık, demiryolu, enerji sistemlerinin kamulaştırılması, konut ihtiyacı için halkçı bir yol bulunması, bu kolektif ruhla gelen toplumsal uygulamalar olur. Bilmeyen, sosyalizm kuruldu sanabilir. Zaten, Ken Loach’un İngiltere tarihinden bir kesiti anlatan belgeseli ‘45 Ruhu’nda konuşanların böyle yorumları da var (“İki tarlanın birini paylaşmak sosyalizmdir”), burjuva iktidarının böyle politikaları ancak geçici olarak uygulayabileceği çözümlemeleri de (“Bu sosyalizm değil bürokrasiydi, şimdi yönetim devlet bürokrasisinden şirket bürokrasisine geçti”).
İstanbul Film Festivali’nde gösterimi yapılan ‘45 Ruhu’nda, İngiltere işçi sınıfının yönetmeni olarak bilinen Ken Loach, geçen yüzyılda İngiliz halkının kazandığı ve kaybettiği hakların izini sürüyor. Dönemin işçi ailelerinin çocuklarına, biraz da uzmanlara sorarak anlatılan tarih, 30’larla başlıyor. Emekçilerden birinin deyimiyle, “Dünyanın en büyük imparatorluğuyduk ve en kötü gecekondularında oturuyorduk”. Bu yüzden 45’te halkın genelinin 30’lara dönülmemesi ve “öyle bir barışın” tekrar yaşanmaması fikrinde anlaşması anlam kazanıyor.
Çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu anlatıcıların sözlerine döneme ait siyah beyaz görüntülerin eşlik etmesiyle izlemesi kolay bir belgesel ortaya çıkarmış usta yönetmen. Belgesellerde birçok bilgiye yer vermek, bazen ruhu kaçırmaya sebep olurken, o havayı hissettirmek çoğunlukla olan biteni yansıtmakla ilgilenmeyerek mümkündür. ‘45 Ruhu’nun başarısı, İngiltere’nin emekçi hakları tarihinden birçok bilgiyi ve aynı zamanda hissiyatı verebilmesi.
Bu eksikleri olmadığı anlamına gelmiyor ne yazık ki. Başta, 45’te dünyaya ve Avrupa’ya egemen olan ruhun İngiltere’dekinden o kadar da farklı olmadığı, Sovyetler’in zafer kazanan ülkelerden biri olması, Avrupa’da halk demokrasilerinin kurulması, komünist partilerin en güçlü partiler haline gelmesi ve sosyaldemokrat politikaların özellikle bütün kıtada en çok da sosyalizme karşı kapitalizmi koruyan bir önlem olarak geliştirilmesi, filmde anılmıyor.
Kendisini sosyalist bir parti olarak tanımlamaya başlayan ve sosyal politikalar uygulamaya karar veren İşçi Partisi’nin bu süreçteki rolü epey kritik. Filmde parti bu politikaları uygulamaya mecbur kalan, ülkedeki ruhtan etkilenen, onu kullanan bir burjuva partisi olarak değil, adeta ülkede sosyalizmin temsilcisi gibi sunuluyor. Ara sıra kendini hissettiren kafa karışıklığı, biraz buradan başlıyor. İngiliz işçi sınıfının kendileri üretip kendileri yönetecekleri bir düzen kurmak için sahip olduğu özgüvenin İşçi Partisi tarafından temsil edilemeyeceğini birilerinin söylemesi için, ancak 90’larda Liverpool’da grev yapan liman işçilerine kulak vermeyi beklemek gerekiyor.
Filmin önemli bir kısmında kamulaştırma ve sosyal demokrasinin inşası konu edildikten sonra, ancak sonlara doğru sıra 80’lerin Thatcher neoliberalizmine geliyor. Özelleştirmeler, hakların budanması, sağlığın paralı hale gelmesi, 45’ten beri ilmek ilmek örülen ne varsa, hepsinin elden gitmesi ayrıntıyla sırasıyla anlatılıyor. Aslında ‘45 Ruhu’nun bir dönem mümkün olduğuna göre, pekala yeniden hayata geçirilebileceğini söylemeye çalışan filmin, ne o politikaların nasıl mümkün olduğuna, ne nasıl bir anda siliniverdiğine dair aynı kesinlikte bir yanıtı var. Tek öne çıkan, dayanışmanın önemi ve o elden bırakıldığında yenilginin çok kolay olması. Yetmez belki, filmde de ortaya çıktığı üzere, ama olmayana o da çok şey elbette.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et