Uğur Yücel’in son filmi Soğuk’ta, kardeşini elinde silahla birilerini tehdit ederken gören Balabey, gelip bir tokatta genç adamı yere yıkıyor. Araya girenler kardeşleri ayırıyor ve abinin, giderek bir serseriye dönüşen kardeşine tepkili olduğunu herkes biliyor, kimse konuşmuyor.
Son dönemde Türkiye sinemasında sorunlu, mutsuz, iletişimsiz aileleri dert edinen filmler giderek artıyor. Ailenin kendisinin sorunlu bir kuruluş olması, ailede empoze edilen toplumsal görevlere isyanın yine aileye yönelmesi, ahlakın çoğunlukla sapıkça bir baskıyla tanımlanıyor oluşu, aileye öfkeli olmak ve onu bir filmde işlemek için elbette çok haklı sebepler. Yemek sofrası, manasız, sadece biçimsel olarak olması gerektiği için yapılan düğünler, öfkeli babanın söz dinlemeyişi, edilgen annenin arayı bulma çırpınışı, bu yılın İstanbul Film Festivali ulusal yarışması filmlerinde aile meselelerinin görünür olduğu başlıca motifler. Filmlerin çoğunda birine ya da birkaçına rastlamak mümkün.
Soğuk’taki kadar taşralı ve maço olmasalar bile, iletişimsizlik İstanbul ya da İzmir’i mesken tutan filmlerin ailelerine de egemen. Birkaç yıl önce, büyük ödülü Çoğunluk’un aldığı Altın Portakal’da da benzer bir tema ortaklığı varken, hedef en çok baskıcı baba gibi görünüyordu. Ailenin yukarıda sayılan kendi problemleri kadar, memleketin otoritenin baskıcılığıyla tarif edilebilir halde olması da etkiliydi belki. Ne de olsa, muhalefetin sindirilmesi ve çatışmaların yoğunlaşması, zamanın en çok tartışılan konularıydı. Şimdi, nasıl olacağı hala bir tartışma konusu olan halklar arası barış, diyalog hali, baskıcı hayatlara eklendi, bu hesapla gidersek. İletişimsizliğin en çok öne çıktığı aile modelinin bugün birden çok filmde tekrarlanıyor olması yoksa rastlantı olmayabilir mi?
Birbiriyle hemen hiç konuşmayan aileler, en çok derdini anlatamayan tarafın isyanı gibi var oluyor filmlerde. Köksüz’de evin büyük kızı Feride’nin, Özür Dilerim’de engelli Selim’in, hatta belki Kelebeğin Rüyası’nda belediye başkanının kızı Suzan’ın öyle ya da böyle patlak veren tepkileri, birer diyalog çağrısı gibi tınlıyor seyircinin kulağında. Onun dışında meselenin geri kalanı pek ilginç sayılmaz. Kardeşlerden birinin ötekine göre kayırılması, ezik olanın da isyan etmesi mesela (Karnaval), aileye bakışın yaratıcı bir örneği olabilirken, babanın hayt huytu ve öykünün kararsız naifliğinin gölgesinde kalıyor. Kardeşlerden birinin bütün sorumluluğu üstlenip, diğerinin sadece kaçmayı becerdiği aile modeli (Köksüz), bütün sorunun babanın yokluğuyla ilişkilendirilmesiyle enteresanlığını epey yitiriyor. Birbirinden uzaklaşmış üst sınıf çiftin yıpranmış evliliğinin (Hayatboyu) ne kadar klişe olduğunu anlatmak bile can sıkıcı, hiç girmeyelim. Engelli olduğu için ilgilenilirken bile dışlanan büyük oğulun içinde olduğu ailede (Özür Dilerim) bu bir tek mesajı döndürüp döndürüp söylemek dışında bir şey ortaya konmuyor. Vesikalı Yarim olamamış bir fahişe romansı (Soğuk) eski usul yoğun tutkulara tutulmaya çalışıyor.
Biraz daha farklı örneklerden Yozgat Blues, yolunu bulmaya çalışan insanların tekrarlanan hüznüyle ilgileniyor; peruk takmak, şiir dinletisi yapmak gibi motiflerin üstünde durarak. Bir endişe bombası olarak Sen Aydınlatırsın Geceyi, ellerinden çok şey gelen ve hiçbir şey gelmeyen insanların, iletişecek bir şeyleri belki de hakikaten yoktur dedirtebiliyor neredeyse. Bunlar daha karmaşık ve incelikli olanlar, konuyu iletişim parantezinin çok dışına taşırıyorlar, daha uzun konuşmayı bekleyerek. Zaten, Karnaval’da bebeğinin bokunu yemek masasında elden ele dolaştıran baba ya da Köksüz’de takıntılı annenin ilk tek başına evden çıkışındaki acemiliği gibi, filmlerden akılda kalan ne varsa, incelikten.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et