Foyası dökülmüş ayna meselesi
Fotoğraf: Envato
Kirvem,
Gezi Parkı’ndaki gelişmeler sosyal olaylar çerçevesinde sıkça rastlanan “etki-tepki” kuralı niteliğinde bardağı taşıran son damla, bıçağın kemiğe dayandığı son kerte veya düdüklü tenceredeki basınçlı buharın sanki birden bire boşalmasını andıran beklenmedik bir “kaza” mıydı?
Yoksa klasik deyimiyle perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu ister istemez sanki kanıtlayan sosyolojik bir “realite” ile pattadak karşı karşıya mı kalmıştık?
Aslında bu olaydan yola çıkıp biraz daha geriye, çok daha eskilere dönüp tarihin tozlu sayfalarına baktığımızda, görünen o ki, Osmanlı’nın ardından kurulan “ulus devlet”in veya nam-ı diğeriyle “laik cumhuriyet”in, daha ilk günlerden itibaren gerek sivil, gerekse asker kökenli bürokrat “kadro”larının, o sıralarda halkın büyük bir kesimini oluşturan “taşra”lılara “lütfedip” yakıştırdıkları “Köylü milletin efendisidir!” tekerlemesine rağmen, fiiliyatta, güncel yaşamlarında onları küçümseyen, bir anlamda tepeden bakan bir zihniyetle ülkenin “dümen”ini daima kendi inisiyatiflerinde görüp, bunu da “vatan-millet” adına, ama sadece ve sadece kendi düşüncelerinin doğrultusunda çizdikleri “rota”larla belirlediler.
“Ulu önder”li, “milli şef”li, tek partili “laik cumhuriyet” devletini direkt ya da dolaylı yollarla temsil eden bu “elitist”, bu “beyaz yakalı” kadroların bilumum icraatları, evvelemirde “halka rağmen halk için” ya da “toplum mühendisliği” çerçevesinde inceden inceye belirlenirken, bu arada cumhuriyetin “laik”lik tanımı da, hemen her dönemde ülke genelinde baş ağrısı olmaya da devam etti.
Nitekim yıllar yılı gelip giden “sivil” veya “apolet”li tüm “iktidar”lar, her fırsatta anayasanın şu veya bu maddelerini kendi işkembelerine göre yorumlayıp, ya da arada bir “postal” zoruyla hepten rafa kaldırırken, diğer yandan “din ile devlet” işlerini birbirinden tümüyle ayırmak yerine, tam aksine birini diğerinin sırtında yük, veya payanda niyetiyle kullanıp, böylece siyaset arenasında “din bezirganlığı”na soyunurken, halkın “inanç”larını istismar etmeyi de ihmal etmediler.
Mesela, örneğin misakımızın milli sınırları dahilinde önceleri Arapça okunan ezan 1932’de Türkçeye, sonra hani affedersiniz “olmadı pilav çevir lapaya” dercesine “Demirkırat” iktidarı döneminde sil baştan yine Arapçaya çevrilmesinin ardından, minarelerden seslenen müezzinlerin gerçekten de Allah’a, “Allahu ekber!” veya Tanrı’ya, “Tanrı uludur!” şeklinde yakarmaların halkın hanesine veya Tanrı nezdinde fazladan artı veya eksi ne gibi bir şey katıp, onun hangi derdine çare olabilirdi ki!
Yine mesela bir zamanlar kendi ibadetlerini ceberrut bir “laisizm” nedeniyle istedikleri gibi yerine getiremediklerini, hele hele şu son dönemlerde “türban” örneğinde olduğu gibi “mazlum” olduklarını, bunun için de “adil düzen” deyu deyu nihayet eninde sonunda “iktidar” koltuğuna oturdukları andan itibaren, daha da doğrusu halkın “kahir ekseriyetinin teveccühüne mazhar olunca”, bu kez de “keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” deyimince, hani şu bildik, şu sıradan “dur ayağıma yer edim, gör ki sana ne edim” babındaki ileriye matuf hesaplarla, bir bakıma “rövanşist” çıkışlarla yaşamın hemen her alanında “başat” düşünce, en doğru “irade” olarak giderek kendi “yaşam tarzları”nı pazarlamayı, keza bunu da seçim sandıklarından aldıkları oyların gölgesine sığınarak, böylece gari kimin kaç çocuk doğurmasından, kürtajından tutun, kimlerin ayyaş, kimlerin alkolik, çapulcu olduğuna, hangi heykelin “ucube” olup kafasının “urulma”sına, nerede, hangi tarzda bir mimariyle hangi caminin Taksim’de, hangisinin Çamlıca’da yapılmasına dair karar vermeyi sadece ve sadece kendi iki dudağının arasından vereceği “ferman”la belirleyip; kışla mı, AVM mi, ya da feşmekân bilumum karın ağrısı işlerin temelini istediği zaman istediği yerde atmayı, neyi yıkıp neyi “bertaraf” etmenin kendi uhdesinde olduğunu, karşı çıkanlara, maazallah aynı fikirde olmayanlara “ananı da al git!” deyip bir nevi “trafik memurluğu”na soyunup, hatta hangi köşe yazarının ne tür yazı yazmasına, kimin çizdiği karikatürün alengirli, hangi yolda atılan hangi adımların “ahlaka mugayir” olduğunu, kimlerin illa da milli içki niyetiyle ayran, kimlerin kızılcık şerbeti içip buna rağmen gıkının çıkmamasına karar vermenin dışında illa da, özellikle de “dindar bir nesil yetiştirmek” için kolları sıvayıp, sonra da Gezi’deki üç-beş ağacı kesmeye kalkıştığında, “yetti gari!” isyanlarıyla dozerlerin önüne atılan bir gençlikle karşılaşıp, hele hele buna hayret etmekle yetinmeyip, bir de bütün bu oldu bittilerin ardından ortalarda “suçlu” ararken, bunun yerine “foya”sı dökülmüş bir aynayla yüz yüze gelmek gerçekten hazindir Kirvem!..
- Bitmeyen yazı* 05 Nisan 2022 00:14
- ‘Saltanat kayıkları’ meselesi 19 Mart 2022 23:23
- 'Ayıp' meselesi 12 Mart 2022 23:00
- ‘Yamuk beyinler’ meselesi 05 Mart 2022 21:31
- ‘İp ipullah sivri külah’ meselesi 26 Şubat 2022 23:05
- ‘Laklakiyat’ meselesi 19 Şubat 2022 20:45
- ‘Saz çalıp çığırmak’ meselesi 12 Şubat 2022 22:00
- ‘Demirkazık’ meselesi 05 Şubat 2022 23:20
- ‘Minik serçe’ meselesi 30 Ocak 2022 02:15
- ‘Enkaz’ meselesi 23 Ocak 2022 02:43
- ‘Rektifiye’ meselesi 16 Ocak 2022 03:40
- "Aç tavuk" meselesi 09 Ocak 2022 02:30