10 Haziran 2013
DİĞER YAZILARI

Başbakan, Afrika gezisi sonrası Gezi direnişi ile ilgili konuşmalarında sıklıkla “faiz lobisi”nden bahsediyor. O’na göre, yurt dışında bir faiz lobisi var ve AKP hükümetini devirmek için harekete geçti. Yurtdışındaki bu lobinin yerli iş birlikçileri de var Başbakana göre.
Başbakanın bunları söylerken dayanak olarak seçtiği olay ise hisse senetleri ve DİBS’lerdeki (Devlet İç Borçlanma Senedi) yabancı satışları. Son iki hafta içerisinde bu iki yatırım alanından yaklaşık 3 milyar dolarlık çıkış oldu. DİBS devletin iç borçlanma için çıkardığı kağıtlar ama yabancılara da satışı yapılıyor. IMF’ye olan borcun bitmesini “dış borç bitti” diye okuyanlara hatırlatalım!
Merkez Bankasının verilerine göre, Türkiye önümüzdeki bir yıllık dönemde 155.9 milyar dolar dış borç ödeyecek.
Tekrar söyleyelim dış borç bitmedi aksine katlandı!
              ***
Haydi şimdi de Türkiye’yi batıralım diye kafa kafaya veren bir “faiz lobisi” yok elbette ama uluslararası finans-kapital çevrelerinin varlığı aşikar. Özellikle 70’lerle birlikte tüm kapitalist dünya ölçeğinde sermayenin toplam döngüsünde ortaya çıkan kırılma bir yandan üretken sermayenin kendi içerisindeki rekabeti azgınlaştırırken öte yandan da hızlı bir biçimde üretim alanının ötesinde bir kredi-para alanı yarattı. Finans-kapitali besleyen şey, tek tek ülkelerin üretim alanında yaşadığı sorun ve yerli tasarruf yetersizliğidir. Bugünün Türkiye’sinde tasarruf düzeyinin ‘90’lı yılların bile gerisine düşmesi ister istemez yabancı sermaye ihtiyacını her geçen gün artırmaktadır. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkeler “yabancı sermaye isteklisi” ülkelerdir.
              ***
Yerli tasarrufu yetersiz kılan nedir peki?
Bunun yegane sebebi ülke içerisindeki reel ücretlerin baskılanmasıdır. 24 Ocak 1980 Kararları ile Türkiye’de neoliberal deregülasyon sürecine geçiş ile birlikte temel hedef reel ücretlerin baskılanması olmuştur. Bahar eylemlerine kadar bu durum devam etmiş, bahar eylemleri sonrası 1994 krizine kadar reel ücretlerdeki baskılama görece yavaşlamıştır. Nisan 1994 sonrasında ise reel ücretlerdeki baskı ile birlikte özelleştirme/mülksüzleştirme faaliyetleri de hız kazanmıştır.
Bu sistem o dönemde 2000 ve 2001 krizlerini yaratarak biçimsiz genişleyen bankacılık sisteminin de çöküşünü getirmiştir. 2001 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) ile birlikte ise bir yandan “verimliliğe dayalı büyüme” stratejisi ve bir yandan da “yabancı sermayeye dayalı büyüme” hedefleri ile birlikte, üretim alanları işçi ve emekçiler için cehenneme çevrilirken uluslararası finans-kapital çevreleri ile de göbek bağı sağlamlaştırılmıştır!
Değil mi ki; İstanbul’un bir “finans merkezi” haline getirilmesi ve menkul kıymetler borsasının daha spekülatif (riskli kazanç/kayıp) hale getirilmesi için adımlar atılmıştır, atılmaya devam ediyor.
              ***
Gelinen aşama “Yabancı sermaye girişine dayalı” ve yurt içinde daha ağır çalışma koşullarıyla beslenen üretim biçiminin çöküşüne işaret etmektedir. Son on yıldır uygulanan; borcun daha uzun vadeli (Uzun dönemde daha yüksek faiz ödemeli) borçlarla takası, “görünmeyen” körfez sermayesine dayalı denkleştirme, özelleştirme satışlarıyla elde edilen gelirler, yıkım/yeniden yapım yoluyla canlandırma çabaları, kamu harcamalarının kesilmesi gibi politikaların da tıkandığını söyleyebiliriz. Para ve finans piyasalarında gözlenen yabancı çıkışının (Ki bu piyasaların yüzde 70’i 3-5 yabancı fonun elindedir) gündelik ekonomik hayat üzerindeki temel yıkıcı etkisi faiz oranları ve borsa endeksi değil döviz kurunda ortaya çıkabilir. Döviz kurunda ortaya çıkacak kırılma, bir yandan rekor düzeydeki kamu ve özel kesim dış borçlarını “ödenemez” kılarken, uzun vadeli kredilerin de geri çağırılması riskini beraberinde getirebilir.
              ***
Türkiye’de son otuz yıl ama özellikle de son on yıl uygulanan finans-kapitale göbekten bağlı bu sistem göstermektedir ki, ortada bir faiz lobisi değil ama ülke içerisinde faiz libidosu vardır.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et