28 Haziran 2013

İstanbul Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı gençlerin başlattığı yaşamı savunma mücadelesi bir ayı doldurdu. Gençlerin birkaç ağaçla başlayıp yaşamın bütününü savunmak için sürdürdükleri karşı çıkışlar çeşitli biçimlerde ülkemizin birçok kentine ve parklarına yayılarak sürüyor. Gençlerin yaşamı savunma mücadelesini baskıyla, zorla, kanla bastırmak isteyen iktidarın uyguladığı şiddet de… Bu ülkenin gözbebeği gençlerin üzerine gaz, ilaçlı su sıkılıyor; plastik -hatta gerçek- mermilerle ateş ediliyor, coplarla saldırılıyor. Kim saldırıyor? Adı “Güvenlik güçleri” olan polis saldırıyor gençlere; öldüresiye, kör edesiye, kafa kol kırasıya… Kimin güvenliğini sağlamak için? Yer altı, yer üstü kaynaklarımızı, kültürel tarihsel doğal zenginliklerimizi rant uğruna yağmalayan parababalarının ve onların çıkarlarına hizmet eden iktidarın… “Güvenlik güçleri” kinle, öfkeyle, şiddetle saldırıyor halka karşı… Bu şiddete karşı çıkıp polisi eleştirenler ülkenin Başbakanını kızdırıyor. “Polis, bir destan yazmıştır” diyor. Sonra sürdürüyor sözlerini; “Bu emri kim verdi? diye soruyorlar. Ben verdim.” diyor açıkça…
Polis kime karşı destan yazmıştır? Halkın içinden çıkıp halkın ödediği vergilerle okutulan, yaşamını sürdüren polis; öğrenci, ev kadını, işçi, işsiz, öğretmen, mühendis, mimar, yazar, gazeteci, esnaf, sanatçı, memur, doktor, eczacı, avukat, terzi, manav içinde olmak üzere halkın her kesiminden insanlara karşı bir destan yazmıştır gazla, zehirli suyla, copla, mermiyle. Kimin emriyle? Kendi diliyle açıkça ifade ettiği gibi Başbakanın emriyle… Onun bu sözleri, polisi, hakları için, yaşamı savunmak için mücadele eden halka karşı bir ordu gibi kullanmak isteğinin de açık ifadesidir. Yetmiyor, sokaklara dökmekle tehdit ettiği yüzde elliden söz ediyor… Bütün bunlar gösteriyor ki Başbakan kendi halkına karşı savaş açmıştır. Bu savaşta “Kadın çocuk demeden”, yasa hukuk tanımadan “Gereği yapılıyor”, halka şiddet uygulanıyor, zulmediliyor. Başbakan, haklı olduğuna inanıyor belki de, hatta 10 yıldır iktidarda olduğu halde hâlâ mağdur olduğunu düşünüyor. “Ben yetmiş milyonun hizmetkarıyım” diyor. Peki, bir hizmetkarın kendi efendisine böylesine zulmettiği, nasıl yaşayacağı konusunda sürekli emirler verdiği, en küçük bir eleştiri bile kabul etmediği nerede görülmüş? Başbakan kendisine soru soran gazeteciyi azarlıyor, sonra da kendisine diktatör denilmesine kızıyor. Kızdıkça köpürüyor, köpürdükçe saldırganlığı artıyor.
Onun konuşmalarını TV’de izlerken düşünüyorum. Polis şiddetiyle ölen, gözü çıkan, sağlığını yitiren gençler hiç aklına geliyor mu acaba? Verdiği emirle göstericilere saldıran ve hatta gerçek mermi kullanan polisin öldürdüğü Ethem Sarısülük’ün genç yüzü geceleri hiç mi rüyasına girmiyor? Kim bilir? Shakespear’in ölümsüz kahramanlarından Lady Makbet, siyasi nedenle cinayet işledikten sonra sürekli ellerini yıkar ve ellerindeki görünmez kanları çıkarmaya çalışır… Kim bilir, neden olduğu bu genç ölümler Başbakanın ruhsal durumunu nasıl etkiliyor? Onu bilmiyoruz. Bildiğimiz, pişmanlık duymaması; “Emri ben verdim” diyerek dil ile ikrar etmesi; cinayetten günler sonra, toplumun kararlı ve ısrarlı takibi sonucunda yargıya teslim edilen o polisin arkasında durması… Yargı sürecinde o polisin “Meşru müdafaydı, bileğine taş değdi, linç edilecekti” gibi gerekçelerle kurtarılmaya, aklanmaya çalışılması; hatta tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmesi. Bildiğimiz şiddete, baskıya, zulme dayanarak; camideki din görevlisi tarafından tersi ifade edildiği halde “Camide içki içildi,” benzeri söylemleri sürdürerek halkı kandırıp hak kukuk tanımayan iktidarını sürdürmeye çalışması…
Halk arasında zulüm ve zalim ile ilgili birçok söz vardır; halkın yaşanılanlara duyduğu öfkeye zekasını katıp söylediği… “Zulm ile abad olanın akıbeti berbad olur.”, “ Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.” Bir de “Zulmün artsın” denir. Artsın ki zulmettiklerinin aklı başına gelsin de zulme karşı birleşerek mücadele etsin… Bir aydır ülkemizde olan da bu; çevreci amaçlarla eylem yapan gençlere uykularında düşmanca saldıran, gaz sıkan polisin şiddetine, ona bu emri verenlere; insanların nasıl giyinip ne içeceğine, yatak odasındaki özel yaşamına, kısacası nasıl yaşayacağına dair sürekli emirler veren, meclisteki parmak hesabına güvenip bu emirleri yasalaştıran başbakanın hak, hukuk tanımaz tutumuna karşı ayağa kalktı insanlar; sonra yine şiddet, sonra yine halkın çoğalarak karşı duruşu, öldürülenlerin cenazelerinde, hak arayışlarında… Bunca şiddete karşı halkın geri adım atmayışı Başbakanı öfkelendirdikçe saldırının dozunu artırdı “güvenlik güçleri”… Onlar saldırdıkça direnenler çoğaldı İstanbul’da, ülkenin birçok kentinde, parklarında; ayağa kalkarak, sessizce durarak, parklardaki forumlarda zulme karşı çıkış yollarını arayarak çoğaldı, çoğaldı… Halkın baskıya, zulme karşı bu onurlu mücadelesinin verdiği umutla, Ataol Behramoğlu’nun şu dörtlüğünü bir kez daha anımsayalım:
“ve cellat uyandı yatağında bir gece
tanrım dedi bu ne zor bilmece
öldükçe çoğalıyor adamlar
ben tükenmekteyim öldürdükçe”

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et