1 Temmuz 2013

Gezi Parkı dersleri

DİĞER YAZILARI

Eski bir deyiştir: “Lafla pilav pişse, deniz kadar yağı benden” Başbakan Tayyip Erdoğan’ın grup ya da miting konuşmalarını ne zaman dinlesem aklıma gelir. Kalkınmanın tavan yaptığı, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini tepe tepe kullandıkları, düşünceyi ifade etmenin suç sayılmadığı, dinsel dayatmanın, yaşam tarzına müdahalenin asla yaşanmadığı, eyleme dönüşmediği sürece bireylerin özgürce yazıp, çizebildiği, sanatını icra edebildiği bir ülkede yaşadığım duygusuna kapılırım. Güzel bir duygudur bu. Bitmesin istersiniz. Oysa gerçeklerle rüyalar, gerçeklerle varsayımlar hiç örtüşmez. Bilinir ki ülkemde çok sesliliğe prim tanıyan çağdaş bir demokrasi yoktur. Kamuoyuna doğruları iletmek/göstermekle yükümlü medya iktidarın maşalığını yapmaktadır. Mesleklerinin onurunu koruyan inatla doğruları araştıran, eleştirel gazetecilik yapma uğraşı verenlerin yeni adresleri ise yargı önü ya da cezaevleridir. İktidarı eleştiren bitaraf yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının sonu da bertaraf olmak yani işsiz kalmaktır. Sansür ve oto sansür yayıncılığın ayrılmaz parçalarından biri haline gelmiştir. Cumhuriyetin gelmiş geçmiş tüm yönetimlerinde olduğu gibi günümüzde de gençlik potansiyel suçlu damgasını yemekten kendisini kurtaramamıştır. Devletin topluma yönelik şiddet operasyonlarının adının da “barış harekatı” olması bir şaka gibidir ve salt bize özgüdür. Gezi olaylarından dersler çıkarıldığı yolunda medya gevezelikleri de bir tevatürden öteye gitmemektedir. Gençleri anlamak, isteklerine kulak vermek, içinde yuvarlanıp gittiğimiz, pederşahi toplum düzeninden beklenemez. Bekleyen varsa abesle iştigal ediyor demektir. Barış ve demokrasi sözcükleri çok özel kavramlardır. Öncelikle insanı, insana verilen değeri yüceltir. Irk, din, cinsiyet ayrımcılığına prim vermez. Ülke yönetmeye soyunanların vicdanlarında, belleklerinde, dillerinde bu kavramlar yer almadıkça çok sesli, çağdaş bir demokrasiyi, insanı, bilimi, insan hak ve özgürlüklerini başat kılan bir toplumu Godot’yu bekler gibi daha çok ama çok bekleriz.     
Acılı bir olayın, Sivas Madımak Katliamı’nın 20. yıl dönümü bugün. 2 Temmuzda Sivas Madımak Otelinde bir grup cani tarafından yakılarak öldürülen yurttaşımızı anma zamanı. Bir kez daha onları şiirlerle, türkülerle, anma zamanı. Aralarında Asım Bezirci, Metin Altıok, Behçet Aysan gibi yazar şair, fotoğraf, ses ve saz sanatçılarının da bulunduğu yurttaşları öldürme kastı ile otel yakan canilerin bir bölümü hâlâ yakalanmadı. Faili meçhullerin üzerine eğildiğini vurgulayan iktidarın ise söz konusu Madımak olayı olduğunda sesi çıkmıyor. Adalet gecikiyor. Eli kanlılar belki de toplum içinde elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Madımak utanç müzesi yapılmalıydı. Toplumun kendisiyle yüzleşebildiğini dosta düşmana gösterebilseydik. Senlik benlik kavgasının sürdürüldüğü, nefret dili ve söylemlerinin siyaset başta olmak üzere toplumun hemen her katmanında duraksamadan kullanıldığı, ırk ve mezhep ayrımcılığının körüklendiği günümüzde “barış” sözcüğünden türetilen her tümce komik kaçmaya başlıyor. Adaletin yeşermediği topraklarda barışın kök salması da bir o kadar zor.
       Yazıyı Gülten Akın’ın “Ağıtlar ve Türküler” kitabından bir şiirle sonlamak istiyorum:
    
           Atriyoilahi
    Yürekte atriyo septal defekt
    Taşıyan biri
    Diyor ki
    Kendini savun kendini
    Kimseye bırakma

    Yüreğinde atriyo septal defekt taşıyan
    Aralık kapakçıklarından
    Kendi yüreğini yiyerek
    Savunuyor kendini
            Çünkü bir bıraksa
     Eriyecek biçilmemiş cezalarla
     İşlemediği suçlardan

    Hey tanrım, bu çocuklar, çocuklarımız bizim
    Bunca yıl hangi taşı oraya kapatsan
    Unufak olur
    Bunca yıl hangi kuşu
    Bize hüzünlü görüşler, tel örgüler
    Beton gölgeler bağışlayan
    Bunca yıl hangi bir kuşu,
    Ölür ölür ölür    
                 Anlamıyor musun     
                Yok mu senin oğlun kızın

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et