Gezi Parkı dersleri
Eski bir deyiştir: “Lafla pilav pişse, deniz kadar yağı benden” Başbakan Tayyip Erdoğan’ın grup ya da miting konuşmalarını ne zaman dinlesem aklıma gelir. Kalkınmanın tavan yaptığı, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini tepe tepe kullandıkları, düşünceyi ifade etmenin suç sayılmadığı, dinsel dayatmanın, yaşam tarzına müdahalenin asla yaşanmadığı, eyleme dönüşmediği sürece bireylerin özgürce yazıp, çizebildiği, sanatını icra edebildiği bir ülkede yaşadığım duygusuna kapılırım. Güzel bir duygudur bu. Bitmesin istersiniz. Oysa gerçeklerle rüyalar, gerçeklerle varsayımlar hiç örtüşmez. Bilinir ki ülkemde çok sesliliğe prim tanıyan çağdaş bir demokrasi yoktur. Kamuoyuna doğruları iletmek/göstermekle yükümlü medya iktidarın maşalığını yapmaktadır. Mesleklerinin onurunu koruyan inatla doğruları araştıran, eleştirel gazetecilik yapma uğraşı verenlerin yeni adresleri ise yargı önü ya da cezaevleridir. İktidarı eleştiren bitaraf yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının sonu da bertaraf olmak yani işsiz kalmaktır. Sansür ve oto sansür yayıncılığın ayrılmaz parçalarından biri haline gelmiştir. Cumhuriyetin gelmiş geçmiş tüm yönetimlerinde olduğu gibi günümüzde de gençlik potansiyel suçlu damgasını yemekten kendisini kurtaramamıştır. Devletin topluma yönelik şiddet operasyonlarının adının da “barış harekatı” olması bir şaka gibidir ve salt bize özgüdür. Gezi olaylarından dersler çıkarıldığı yolunda medya gevezelikleri de bir tevatürden öteye gitmemektedir. Gençleri anlamak, isteklerine kulak vermek, içinde yuvarlanıp gittiğimiz, pederşahi toplum düzeninden beklenemez. Bekleyen varsa abesle iştigal ediyor demektir. Barış ve demokrasi sözcükleri çok özel kavramlardır. Öncelikle insanı, insana verilen değeri yüceltir. Irk, din, cinsiyet ayrımcılığına prim vermez. Ülke yönetmeye soyunanların vicdanlarında, belleklerinde, dillerinde bu kavramlar yer almadıkça çok sesli, çağdaş bir demokrasiyi, insanı, bilimi, insan hak ve özgürlüklerini başat kılan bir toplumu Godot’yu bekler gibi daha çok ama çok bekleriz.
Acılı bir olayın, Sivas Madımak Katliamı’nın 20. yıl dönümü bugün. 2 Temmuzda Sivas Madımak Otelinde bir grup cani tarafından yakılarak öldürülen yurttaşımızı anma zamanı. Bir kez daha onları şiirlerle, türkülerle, anma zamanı. Aralarında Asım Bezirci, Metin Altıok, Behçet Aysan gibi yazar şair, fotoğraf, ses ve saz sanatçılarının da bulunduğu yurttaşları öldürme kastı ile otel yakan canilerin bir bölümü hâlâ yakalanmadı. Faili meçhullerin üzerine eğildiğini vurgulayan iktidarın ise söz konusu Madımak olayı olduğunda sesi çıkmıyor. Adalet gecikiyor. Eli kanlılar belki de toplum içinde elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Madımak utanç müzesi yapılmalıydı. Toplumun kendisiyle yüzleşebildiğini dosta düşmana gösterebilseydik. Senlik benlik kavgasının sürdürüldüğü, nefret dili ve söylemlerinin siyaset başta olmak üzere toplumun hemen her katmanında duraksamadan kullanıldığı, ırk ve mezhep ayrımcılığının körüklendiği günümüzde “barış” sözcüğünden türetilen her tümce komik kaçmaya başlıyor. Adaletin yeşermediği topraklarda barışın kök salması da bir o kadar zor.
Yazıyı Gülten Akın’ın “Ağıtlar ve Türküler” kitabından bir şiirle sonlamak istiyorum:
Atriyoilahi
Yürekte atriyo septal defekt
Taşıyan biri
Diyor ki
Kendini savun kendini
Kimseye bırakma
Yüreğinde atriyo septal defekt taşıyan
Aralık kapakçıklarından
Kendi yüreğini yiyerek
Savunuyor kendini
Çünkü bir bıraksa
Eriyecek biçilmemiş cezalarla
İşlemediği suçlardan
Hey tanrım, bu çocuklar, çocuklarımız bizim
Bunca yıl hangi taşı oraya kapatsan
Unufak olur
Bunca yıl hangi kuşu
Bize hüzünlü görüşler, tel örgüler
Beton gölgeler bağışlayan
Bunca yıl hangi bir kuşu,
Ölür ölür ölür
Anlamıyor musun
Yok mu senin oğlun kızın
Evrensel'i Takip Et