Korkunun imparatorluğundan imparatorluğun korkusuna
On yıllardır bir korku imparatorluğunda yaşadığımızı inkar edebilir miyiz? Bu konuda epey yaşanmışlıklar olduğu çok açıktır. Hatta diyebiliriz ki var olan rejim korku ve yalan üzerine inşa edilmiştir. Düşünelim o zaman; Dersim Katliamı’nı yaşayanların korkusunu tarif edip anlamaya çalışmak olası mıdır? 90’lı yıllarda Amed’de (Diyarbakır) yaşananların yarattığı korkuyu nasıl tanımlarsınız örneğin? İki olay arasında yarım asırdan fazla bir zaman aralığı var. Sonuçlarını birlikte yaşıyoruz belki, ama o zaman ve mekanda yaşamak ve o korkuyu hissetmek başka bir durumu işaret eder.
‘Şeriat geliyor korkusu’ aşılandı bazen. Bazen de darbe korkusu salındı damarlarımıza. Korkularımızla büyüdük, korkularımızı büyüttük ve yeni korkular ürettik. Çarpıcı bir örnek daha; 1978 Maraş’ında evler işaretlendi önce ve ardından katledildi insanlar dünyanın gözü önünde. Vicdan ve görevliler tatildeydi sanki. Görünmez bir el katliamcılarla baş başa bırakmıştı katledilenleri. Bu günlerde birileri yine işaretliyor evleri ve korkuyu yeniden ve yine üretiyor. Neden?
‘5 No.lu’ dendiğinde kimlerin aklına neler gelir kim bilir. Bu konuda onlarca korkunç yaşanmışlık söz konusu. Arabayla ya da yürüyerek bu korkunçluğa ev sahipliği yapmış o binanın yanından geçerken neler hissederiz acaba? Aklımıza korkunun ve ölümün bin bir çeşidinin üretildiği bir yapı gelir mi bilmem.
Toplum olarak korkularımızla yüzleşmek cesaretini sergileyemedik ne yazık ki. Bu sebeple korku imparatorluğu kolayca ömrünü uzatabildi ve korkularımızı depreştirdi her zaman. Kandırdılar korkutarak bizleri ve tuzağa düşürdüler. Sonra da ya öldürdüler ya da yaralı bıraktılar. Tedaviye izin vermediler planlı bir şekilde ve kronikleşti hastalıklarımız. Yüzleşmeydi tedavinin ilk evresi. Kendimizle bile yüzleşemedik oysa.
Bölünmeyle korkuttular yıllarca hepimizi. Denebilir ki en büyük korku buydu. ‘Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü’ gibi ucube bir tanım icat ettiler bu sebeple. Onlarca insanın hayatını kararttılar, köylerini boşalttılar, evlerini ve ekinlerini yaktılar, sürgüne gönderdiler, katlettiler durmaksızın ve toplumu zorla inandırdılar bölüneceğine ülkenin. Bölücü diye nitelendirilenlerin yakasından ölünceye kadar düşmedi devletin eli. Hal böyle olunca gerçek bölücülerin saltanatı sorunsuzca sürebildi yıllarca. Güzel bir şairimizin dediği gibi ‘ve geldik bugüne’! Korku duvarını aşıp da gerçeği görebilenler ve hâlâ korkularıyla cebelleşenlerin paylaştığı bir yaşam var artık bugün.
Korkuların yanında büyük yalanlar da vardı şüphesiz. Kitaplarda, dizilerde, filmlerde, çizgilerde, tablolarda, tiyatrolarda, salonlarda, okullarda, üniversitelerde kısacası hayatın nabzının attığı her noktada yalanları kazıdılar beynimize yıllarca. Üretilen korkular yalanlara inanmamızı sağladı. Şüphe etmedik yıllarca ya da öyle davrandık. İkiyüzlü davranarak ve takiyye yaparak maskeler uydurduk kendimize. Bilimi ve bilim insanlarını sevmedik bu yüzden. Temel bilimlere düşman olduk bu yüzden. Çünkü yalanlarımızı ve korkularımızı en çok onlar yüzümüze çarpıyordu. ‘Ve geldik bugüne’; Temel bilimlerle ilgili araştırma kurumları kapatıldı ve fizik, kimya, biyoloji bölümlerine öğrenci gitmiyor artık. Hâlâ yüzleşmiş değiliz kendimizle!
Kendimizden kaçtıkça debeleniyoruz bu yalan ve korku bataklığında. Yarın çocuklarımızın yüzüne nasıl bakacağımızı düşünmüyoruz bile. Onları da kendimize benzetmek için ‘milli eğitim’ sistemimizi kurmuşuz zaten. Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Aleviler, Kürtler, Romanlar, Sosyalistler ve de Gezi direnişine destek sunanlardan neden nefret etmemiz isteniyor acaba? Sahi o masalda kurt kuzuya ne demişti?
İmparatorluğun da korkuları var elbette. İsterseniz o da gelecek yazıya kalsın. Aşk ile…
Evrensel'i Takip Et