Siyaha bürünmüş bir federal cumhuriyet
Genel seçimlerden sonra Federal Almanya Cumhuriyeti’nin “siyasi haritası”na şöyle bir baktığımızda, her tarafın Hristiyan Demokratların rengi olan siyaha büründüğünü görüyoruz. Yani ülke sanki “Federal Muhafazakarlar Cumhuriyeti”...
Her tarafta siyasi yelpazenin sağında olan siyasi partilerin çoğunluğunun oluşturduğu bir tabloyla karşı karşıyayız.
Her ne kadar yeni mecliste siyasi yelpazenin “solu”nda yer alan partilerin milletvekillerinin sayısı az bir farkla önde olsa da, tek tek seçim bölgelerindeki durum tersi yönde.
Bunu 229 seçim bölgesinden birinci oyla seçilen milletvekillerinin sayısına baktığımızda çok daha iyi görebiliyoruz.
16 eyaletin 7’sinde Hristiyan Demokratların dışındaki partilerin hiçbirisi doğrudan aday çıkaramadı. Bu demektir ki, söz konusu eyaletlerdeki seçim bölgelerinin tümünde muhafazakarlar salt çoğunluğa sahip.
Ülke genelindeki 299 seçim bölgesinin 236’sında doğrudan adayları Muhafazakar Demokratlar kazandı.
SPD’nin kazandığı 58 seçim bölgesi, siyaha bürünmüş Almanya haritasında ancak “kırmızı benekleri” ifade ediyor.
Bir tek başkent Berlin’de renkli bir haritadan söz edilebilir: 12 seçim bölgesinin 5’ini CDU/CSU, 4’ünü Sol Parti, 2’sini SPD ve 1’ini Yeşiller kazandı.
Bütün bunlar son yıllarda izlenen politikaların Avrupa’nın en büyük ülkesi Almanya’da nasıl bir muhafazakarlaşmaya yol açtığını yeterince ortaya koyuyor.
“Siyah tabloyu” beyaza çevirmek için daha fazla çabaya, mücadeleye ihtiyaç olduğu açıktır. Bu, ancak halkın içinde bulunduğu durumu doğru bir şekilde anlayarak ona göre somut politikalar üretmekle değiştirilebilir. Çoğunluğu ilgilendiren sorunlar, çarpıcı ve net bir şekilde ifade edildiği taktirde bugün karşı karşıya olduğumuz tablonun kısa bir süre içerisinde değiştirilmesi mümkündür.
Sağcı, neoliberal çizgideki bir partinin ilk kez seçimlere katılıyor olmasına rağmen, somut olarak avroyu ve AB politikalarını hedefe koyarak yaptığı propagandanın nasıl etkili olduğu görüldü.
Bu nedenle, AB’nin yarattığı ekonomik ve siyasi sorunlar ve Almanya’dan AB ülkelerine dayatılan politikalar, ülkede önümüzdeki dönem çok daha önemli olacak.
Zira gelinen aşamada son dört yıl içinde Merkel Hükümeti tarafından borç krizinin yaşandığı AB ülkelerine dayatılan reçetelerin, hastayı iyileştirmekten ziyade komalık ettiği görülmüştür.
Bu konuda özellikle Sol Parti’ye önümüzdeki dönemde büyük görevler düşüyor.
Açıktır ki; 22 Eylül’deki seçim sonuçları Almanya’daki siyasi partilerin bundan sonra nasıl bir istikamette ilerleyeceğini yeniden tarif etmeyi zorunlu hale getirmiş bulunuyor.
Zaten, hafta başından beri her parti sonuçlardan yaptığı çıkarımlarla önümüzdeki dönem nasıl bir politika içerisinde olacağını belirlemeye çalışıyor.
Örneğin; Yeşiller’de “sol kimlikten” sıyrılma tartışması başladı. SPD’yi şimdiden 2017 korkusu sarmış.
Merkel, yukarıda da belirttiğimiz gibi oy açısından seçimlerden açık ara ile zaferle çıkmıştır. Ancak bu zaferi tek başında hükümet olmaya yetmediği için yarım kalmıştır. Şimdi zorunlu olarak elde ettiği gücü Sosyal Demokratlar ya da Yeşiller’le paylaşmanın sancısını çekiyor.
Sosyal Demokratlar ise, “istemez yan cebime koy” misali dünden ortaklığa hazır olmakla birlikte bu ortaklığın faturasının dört yıl sonra pahalıya patlayacağının endişesi içerisinde.
Nihayetinde işin ucunda Merkel’in önceki ortağı Liberaller gibi çökmek de var.
Benzer bir durum Yeşilleri için de söz konusu.
Merkel’in gücü muhtemel ortakları fena halde korkutmuş durumda. Bu Almanya seçimlerinin sonuçlarını dört gözle bekleyen “avro krizi” içerisindeki ülkeler için de geçerli. Her ne kadar krizin yaşandığı ülkelerde Muhafazakar-Liberal koalisyon hükümetinin yıkılması sevinç yaşasa da, Merkel liderliğinde kurulacak yeni hükümet, Alman sermayesinin taleplerini kendisinden daha emin bir şekilde dikte ettirmeye devam edecektir. Hem de sözde “solcu” ortakların yardımıyla.
Özetle; Merkel seçimlerden aldığı güçle, önümüzdeki dört yılda içeride ve dışarıda kendisine itiraz eden bütün kesimlere karşı, Alman sermayesinin çıkarları temelinde daha pervasız bir politika izleyeceği açıktır.
Buna karşı yapılacak tek şey ise hem ülke içerisinde hem de AB düzeyinde devam eden toplumsal muhalefeti daha birleşik hale getirerek mücadeleyi yükseltmektir. Ancak o zaman Merkel’in şahsında Alman sermayesinin kıta Avrupa’sı üzerindeki egemenlik planları durdurulabilir.
Evrensel'i Takip Et