Dış politikanın istihbaratlaşması ya da MİT’leşmesi
Fotoğraf: Envato
Erdoğan’ın MİT Müsteşarı Hakan Fidan, son günlerde ABD’de Wall Street Journal’da başlatılan ama hızla İsrail ve Türkiye basınında da gündemin ön sırasına tırmanıp, Başbakan’ın güncel açıklamalarına kadar gelen bir tartışmanın odağı.
Tartışma, 2009’da Davos’ta Başbakan Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez arasında geçen “One minute” kapışmasında moderatörlük yapan David İgnatius’un Hakan Fidan’ın “10 İsrail (MOSSAD) ajanını İran’a ihbar ettiği” iddiasıyla başladı. Ve elbette böylesi spekülasyona açık bir konu ABD basınında ve İsrail basınında “Hakan Fidan’ın arabasına bomba konularak öldürülmesinin gerektiği”nden “Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması gerektiği”ne kadar genişleyen bir alanda Türkiye’nin dış politikasının tartışılmasına dönüştü.
Beklendiği gibi ABD ve İsrail’den gelen salvolar, Türkiye’deki “yandaş” ve böyle zamanlarda tam teçhizat hükümet yanında yer alan sermaye medyasında da derhal karşı atışları bir savunma hattı kurmayı getirdi.
Hedefin Fidan değil aslında Başbakan Erdoğan ve Hükümet olduğu, Türkiye’nin Ortadoğu’da “büyük güç” olma doğrultusunda attığı adımların önünün kesilmesinin amaçlandığı, son Hava Savunma Sistemleri İhalesi’nin Çin’e verilmesine tepki olduğuna,… kadar tartışma, doğrularla yanlışların birbirinin içine karıştığı geniş bir alana yayıldı. Ve bu tartışmanın daha da yayılacağını ve derinleşeceğini söylemek de yanlış olmaz.
HÜKÜMET TARTIŞMANIN GÖBEĞİNDE!
Nitekim geçtiğimiz günlerde Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Türkiye diktiği Fidan'ı söktürmez. … Böylece Hakan Fidan’ı MİT’in başına getirerek Başbakan’ımızın ne kadar doğru bir iş yaptığı da görülmüştür” diyerek bu her tür spekülasyona açık tartışmanın göbeğine atladı.
Başbakan Erdoğan da Fidan’ı hedef alan suçlamaları, “içerideki ve dışarıdaki Türkiye düşmanlarını” işaret ederek, Hakan Fidan’a yönelik her saldırının kendilerine ve tabii Türkiye’ye olduğunu ilan etmiş oldu.
Ancak bu tartışmaların dönüp dolaşıp bağlandığı ülke, İsrail’in hükümet sözcüsü bu yazılanların kendileriyle hiçbir ilgisi olmadığı, İgnasius’un yazısının da “İsrail’in itibarını zedeleyen ve İsrail’in aleyhine bir yazı” olduğunu söyledi. İsrail sözcüsü, Hakan Fidan’ın “10 MOSSAD ajanını İran’a ihbar ettiğine” ilişkin haberin kendilerinden çıkmadığını da belirtti. Ancak sözcü, Türkiye’nin bu iddiayı yalanlamadığına da ayrıca dikkat çekerek, aslında tartışmanın tarafı olduğunu da söylemiş oldu.
BİR İSTİHBARAT ÖRGÜTÜNÜN BAŞI BU KADAR TARTIŞILIRSA...
Peki bu geniş, ama başlıca gelişmelerin birbirine sıkıca bağlandığı bölgede MİT Müsteşarı Fidan’ın adı etrafında yapılan tartışma tümüyle spekülasyondan mı ibarettir?
Elbette hayır!
Tersine bu tartışmalarda sözü edilen olay ve olguların her biri gerçeğin bir boyutuna tekabül etmektedir ve burada asıl tartışılması gereken de budur. Ama Hakan Fidan’ın kişisel olarak ne yaptığı, İsrail’e ajanlar ihbar edip etmemesi, etmişse iyi edip etmediği değil de nihayet ülkenin istihbarat örgütünün başı olan kişinin bu boyutta tartışılıyor olmasıdır.
Bundan Başbakan Yardımcısı Bozdağ, “Bakın ne adam seçmişiz MİT’in başına!” diye övünme payı çıkarıyor. Ama bu saatten sonra ona da ancak öyle demek düşer. Yoksa gerçek daha farklıdır. Ve Türkiye’nin istihbarat örgütünün başının bu ölçüde spekülasyonların merkezine itilmesinin Türkiye’nin dış politikasının geldiği noktayı belirtiyor olması; Türkiye’nin dış politikasının nereye geldiği, nereye doğru gittiğini göstermesi bakımından önemlidir.
DIŞ POLİTİKA VE İSTİHBARAT
Kapitalist emperyalist dünyada devletlerin dış politikasında istihbarat elbette dış politikanın önemli bir bileşenidir. Ama sonuçta bir “bileşen”den ibarettir.
Ama Türkiye’de 2007’den beri girilen, geleneksel “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” gibi bir formülasyonla ifade edilen ve genellikle ülkelerin iç işlerine karışmamayı benimseyen politika eleştirilip, “Aktif dış politikaya geçilmesi” önerisi ilk kez MİT’in 85. yıl dönümüyle ilgili hazırlanan raporda yer almıştı. Bu yöneliş, aynı yılın eylülünde Erdoğan-Bush görüşmesinde, Beyaz Saray’dan, “Türkiye’nin bölgesel güç” ilan edilmesiyle ete kemiğe bürünmeye başladı. Bu yaklaşım Davutoğlu’nun “derin stratejisi” eşliğinde “yeni Osmanlıcılık” cilasıyla parlatıldı ve böylece bugün, Erdoğan-Davutoğlu liderliğinde Türkiye’nin duvardan duvara çarpıldığı politika biçimlendirildi. Böylece Türkiye, bazen güncel bir mezhep çatışmasının tarafı bazen “İslam’ın koruyucusu” bir ülke, bazen de eski Osmanlı’nın mirasına sahip çıkma adına komşu ülkelerle ilişkilerin yeniden biçimlendirildiği bir döneme girdi.
İç politikada, “Halkın hizmetkarıyız” deyip popülist bir söylem benimsenirken halkın her talebi karşısında ona tepeden bakan, buyurgan “müşfik görünüşlü ceberut baba” tarzı, dış politikada da “komşularla sıfır sorun” söylemi arkasında bu ülkelere “sözden çıkmaması gereken küçük kardeş” muamelesi olarak biçimlendi.
İç politikada “Asayişi sağlamayı” polis gücüyle yapma anlayışı, dış politikada “Küçük kardeşi” MİT’le hizaya getirmeyi en kestirme yol olarak görüldü.
Böylece dış politikada istihbarat unsuru (MİT) öne çıkan bir araç oldu.
DIŞ POLİTİKA İSTİHBARAT FAALİYETİNE İNDİRGENDİ
Çünkü bölge ülkeleriyle girilen ve onları himayeye alarak “bölge gücünü artırma” ikiyüzlülüğü karşılıklı anlayış ve ülkelerin (halkların) kendi kaderlerine sahip olması çerçevesinde uzun zaman yürütülemezdi. Bu yüzden de bu ülkelerle ilişkide de istihbarat faaliyetinin, yani bu ülkelerin iç işlerine karışma üstünden yönetimleri dize getirme girişimleri arttı. Irak, Suriye, İran, Mısır, İsrail, Lübnan gibi ülkelerle diplomatik ilişkiler ya tümüyle kesilir ya da protokol düzeyine inerken istihbarat örgütü üstünden bu ülkelerdeki “muhalif” mezheplerle ve siyasi çevrelerle ilişkiler arttı. Özellikle de Suriye ve Irak’ta çeşitli Sünni gruplar ve şeriatçı örgütlerle girilen ilişkilerin istihbarat örgütü üstünden olması ve devletlerle olağan diplomasinin sınırlarının iyice daralması MİT’i, en azından bölgedeki ülkeler bakımından dış politikanın asli unsuru haline getirdi.
Sonuçta MİT, Türkiye’nin dış politikasında belirleyici bir konuma yükselirken, geleneksel diplomasinin rolü azaldı. Özellikle de Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin dış politika amaçlarıyla Hakan Fidan’ın MİT’in başına gelmesiyle bu süreç hızlandı. Nitekim bu süreç ilerledikçe Hükümet dış politikasını “yenilerken”, geleneksel kurallar içinde diplomasi yapan tutumun temsilcisi görülen büyükelçileri “monşerler” diye aşağıladı; meslekten olmayan kişilerin de büyükelçi atanması için girişimler hızlandı.
Suriye’de, Mısır’da, İsrail’le ilişkilerde, Irak’ta duvara çarpan dış politika şeklen de MİT’in faaliyetleri üstünden yürütülmeye indirgenmiş bu dış politikadır.
Hele de bu politikanın Ortadoğu gibi, uluslararası faaliyet gösteren istihbarat örgütlerinin cirit attığı, dahası çeşitli türden terörist örgütlerin çok aktif olduğu bir bölgede dış politika, istihbarat örgütünün faaliyetine indirgenirse olacak olan; istihbarat örgütleriyle bitmez bir itiş kakış, terörist örgütlerle (ki, bu örgütlerin her biri de çeşitli istihbarat örgütleriyle içli dışlıdır) içli dışlı hale gelmek olacaktır. Bugün, Hakan Fidan’ın adı etrafında bu ölçüde tartışmaya açılmasının, ülkeler arasındaki ilişkiyi bozacak düellolara yol açmasının nedeni de budur.
BU, HÜKÜMETİN KOLAYCA GERİ DÖNEBİLECEĞİ BİR YOL DEĞİLDİR
Suriye özelinde Türkiye’nin el Kaide, el Nusra gibi örgütlerle ilişkisi ve bunlardan öyle “vazgeçtim” demekle vazgeçemeyeceği bir içli dışlılığa gelinmiş olmasının nedeni de dış politikanın istihbarat faaliyetlerine bu faaliyetlerin gerektirdiği operasyonlar olmadan bir dış politika yürütme imkanını son derece daraltmış olmasıdır.
Sorun sadece geleneksel dış politika alanıyla da sınırlı değil elbette. Örneğin Irak ‘ta Sünni muhalefetle, Rojava’daki PYD ile, Barzani yönetimiyle, İmralı’da Öcalan ve Kandil’le ilişkilerde de Hükümet kendi üstüne düşeni MİT’e havale etmiştir. Bu da açıkça gösteriyor ki sadece dış politika değil Türkiye’nin iç politikasını ilgilendiren Kürt sorununun çözümünde de (Türkiye’nin demokratikleşmesinin en temel sorunu) MİT öne çıkarılmıştır. Yine “demokratikleşme paketi”nin koordinatörlüğünü MİT’in aktif unsuru olduğu Kamu Güvenliği Müsteşarlığı yapmıştır.
MİT’in son üç yıl içinde bütçesinin iki kat artarak 1 milyar lirayı (1 milyar 50 milyon) aşması, örtülü ödenek harcamalarının son beş yılda 300 milyonlardan bir buçuk milyara tırmanması; dış politikanın istihbarat faaliyetleri ve MİT’in bu alandaki rolünün artırılmasıyla ilgili olduğunu söylemek için pek çok neden vardır.
AKP HÜKÜMETİ BU POLİTİKAYLA SADECE YENİ DUVARLARA ÇARPAR!
“Hakan Fidan’a yönelik eleştiriler ve bu çerçevede yapılan spekülasyonlar aslında Erdoğan’ı mı hedef alıyor, Türkiye’nin yürüttüğü dış politikayı mı hedef alıyor?” gibi soruların yanıtı elbette ki evettir. Ancak bu Hükümetin bölgede yürüttüğü politikanın emperyalistlerin ve İsrail’in çıkarlarına karşı bir çizgi izlediğinden çok bölgenin yeniden yapılandırılmasında “bölgesel güç rolünü” yerine getirmemiş olması, bunu yüzüne gözüne bulaştırmış olmasındandır. Bu yüzden de dün Gülen cemaati, bugün İsrail ve ABD, yarın Abdullah Gül, aynı zaaf üstünden Hükümetle hesaplaşacaktır. Bu kaçınılmazdır.Bütün bunların sonuçta önümüzdeki iki yıl içinde ülkeyi yöneten iç ve dış güçlerin AKP üstünden iktidarlarını yenileme faaliyetleri olarak görülmesi gerekir. Bu yüzden de bu “dış mihrakların saldırısı” gibi görünen spekülasyonların sadece bir yanı onlarla ilgilidir. Daha büyük ölçüde ise bu “saldırılar” “içeriyle”, daha somut söylersek AKP’nin içiyle, her gün birbirine “Kardeşim” diye sarılıp öpüşenlerin, “Aramızdan su sızmaz” diyenlerin hesaplaşmasıdır.
İsrail’in amaçları, ABD’nin istekleri, Çin füzeleri, NATO’nun ihtiyaçları ve Türkiye’nin bölgede nasıl bir rol üstlendiği, üsleneceği,… gibi sorunlar etrafında aslında bu bölgenin yeniden yapılandırılması girişimleri tartışılmaktadır. Türkiye burada “bölgesel güç” rolünü layıkıyla oynaması için örs ve çekiç arasında biçimlendirilmektedir. Erdoğan buradaki rolünü anlamamış olma ya da rolünü başka biçimde yerine getirmek istediği için hizaya getirilmek üzere sıkıştırılmakta; Hakan Fidan üstünden hizaya getirilmek istenmektedir. Ne var ki Hükümet, yeni Osmanlıcı dış politikasıyla ve MİT’i dış politikanın merkezine çeken yaklaşımla kendisini bütün bu dış müdahaleleri kolaylaştırıcı bir köşeye hapsetmiştir. Çünkü mücadele istihbarat savaşlarına indirgendiğinde Türkiye ve MİT’i, ne CIA’nın, MI6’nın, MOSSAD’ın ne de İran’ın istihbaratının eline su dökemez. Burada Türkiye’nin avantajı bölgenin güçlü ülkesi olmaya devam etmesidir. Ancak alan emperyalistlerin oyun alanı olunca güçlü olmanın da sınırları çok daralmaktadır.
- ‘Devlet benim’ demek yetmedi; ‘Türkiye benim, İslam benim’ diyor 28 Ağustos 2018 01:00
- Korkak kim, cesur kim; gerçek nerede? 24 Ağustos 2018 01:00
- 'Çocuk istismarı'na karşı mücadele 09 Nisan 2018 01:00
- İfade özgürlüğünün ne ‘alanı’ ne de ‘sınırı’ kaldı! 15 Şubat 2018 00:55
- Doların yükselişinin faturasını kim ödeyecek? 04 Aralık 2016 05:44
- Mücadeleye daha ileri bir bilinçle devam! 23 Kasım 2016 00:59
- Kılıçdaroğlu barışı mı savunuyor çatışmayı mı? 20 Ağustos 2016 00:58
- ‘Muhatap millet’ demek ‘muhatap yok’ demektir! 27 Ocak 2016 01:00
- Haritadan silerek birlik mümkün mü? 11 Kasım 2015 01:00
- Mücadeleyi yenileme zamanı! 07 Kasım 2015 00:56
- Bir kez daha; Birimizin derdi hepimizindir! 06 Kasım 2015 01:00
- ‘Sistem’ dayatıp ‘fiili başkanlığa’ razı etmek! 05 Kasım 2015 01:00