O leoparı öldürmeyecektik
Bir yerde yanlış yapıyoruz. Hızla öğrenip hızla unutuyoruz. İktidarsa yavaş öğreniyor belki, ama asla unutmuyor. Farkında mıyız, kaybediyoruz... “Öğrenilmiş çaresizlik” üzerine ne yaşasak; öğrenemiyoruz sanki...
Kaybediyoruz. “İnsanlar ölürken leoparı kimin umurunda” dediğimiz için belki. Bu topraklarda insan yüzünden yok olmuş onca canlının, börtü böceğin lanetinden belki de... Belki sadece ağaçların, kuşların ahından... Ne ilgisi var der, diyen çıkar mutlak... Hayvan sevmek lüks bu ülkede çünkü. Sosyete sevdası!
Ya işçiler, emekçiler? O da mı öyle? Elimizden kayıp giden “kıdem tazminatı” hakkı karşısındaki sessizlik... Günde kaç işçi ölüyor; önlenebilir iş cinayetlerinde. Toplumsal muhalefetin neresinde bu gerçek?
Ya Kürtler? Sınır boyunda “utanç duvarı”na karşı ölüm orucuna yatan Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan’ı bir “direniş simgesi” olabildi mi; Fırat’ın bu yakasında da... Sadece Kürtler arasına mı örülüyordu o duvar? Önemi yok muydu; Filistin’in duvarları kadar?
Marmaray’dan ODTÜ’ye “ağırlığı” hafifleyen gündemleri de; Sinop’a nükleeri, HES’lere mücadeleyi ve daha bir sürü “yerel gündem”i bir kenara koymadan düşünelim.
Sadece son bir haftaya baksak; ne çok gündem, ne çok mesele var, “hak ettiği biçimde gündemimize” girmeyen, giremeyen...
Asla “karma evler” üzerine kopan, koparılan fırtınanın “suni gündem” olduğunu düşünenlerden değilim. Gençler, bilhassa genç kadınlar olunca, iktidar zihniyeti “refleks” olarak saçmalama eğiliminde epeydir. En büyük “risk” grubu! En yoğun “direnen”lerin kim olduğunun farkındalar. Kendilerince “en zayıf” yerden itibarsızlaştırmak için ahlaksız bir hamle içindeler... Bu açık saldırı, aslında diğer bütün saldırılarla birlikte çok daha anlamlı.
Peki biz ne yapıyoruz? Son bir iki haftanın gündem yoğunluğu içinde; Haziran direnişinde öğrendiğimiz, öğrendiğimizi düşündüğümüz “bağzı şeyler”i unutma eğilimindeyiz sanki. Maalesef... Suriye’de “kedi yiyen halk” haberleri üstüne, “sevimli kedicik”li abuk subuk sloganlarla, görsellerle yardım toplayan dinci kafasından farkımız var bizim... Olmalı...
Evet, Nusaybin’de TOMA’nın ve çevik kuvvetin karşısında tek başına dikilen küçük çocuktan bir “kırmızılı kadın”, “siyahlı kadın”, “duran adam” çıkmayacak... Sınırda yükselen Utanç Duvarı’na karşı duran Ayşe Gökkan’dan bir “Sırrı Süreyya Önder” efsanesi doğmayacak. Elde edilen büyük başarıya karşın; “bizim buralar”da bir zafer havası esmeyecek. Utanç Duvarı’nı durdurmak için çok önemli bir mücadele veren halk, yanında kimi gördü sizce? “Kürtler Gezi’de niye yok?” diyeni de; “Kürtler Gezi’de niye var?” diyeni de görmediği kesin.
Karşılıklı olarak unuttuğumuz bu... “Kıdem tazminatını gölgelemek için...” demenin de; kıdem tazminatı gibi ağır bir saldırıyı görmezden gelmenin de aynı manasızlık iklimi olduğunu görebilmeliydik. “İnsanlar ölüyor, leopar kimin umurunda” cümlesini, Haziran direnişi sırasında kurmak pek mümkün değildi. İnsanlar, biber gazından ölen sokak hayvanları için çabalıyordu çünkü...
Bertolt Brecht’in o direniş günlerinde pek sevdiğimiz; “...aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki...” pasajını yaşama eğilimindeyiz bir kez daha. Herkesin kendi kabuğuna çekilip yanıbaşında olması gerekene saydırdığı günlere dönüyoruz sanki. “Bayraklar, antlar” birleştirmek için değil, “ayrıştırmak” için yükseliyor. “Sıradışı” görülene husumetle “sen sus” bakışı fırlatılıyor. “Ermeni’yi dövdürmeyecektik” fıkrasını da; “Önce komünistleri götürdüler, diyen papaz”ı da bin kere anlatsak ne fayda?
Ders alabiliyor muyuz mesele bu! Anadolu’nun belki de son leoparı olan o “vahşi kedi”yi, hiç değil hak ettiği gibi küçümsemeden, alaya almadan uğurlayabilseydik; meselenin “üç beş ağaç olmadığı” gerçeğini hatırlayacaktık belki... Bugün bizi yeniden ayrıştırmaya çok yaklaşmış olanların, bir araya geldiğimizde nasıl korkuyla kaçıştığını da...
Bu hafta olamadı; ama geç değil.
Evrensel'i Takip Et