28 Kasım 2013

Kadına şiddet, erkeğe kölelik üreten ilişkiler sistemi

Kadına Şiddeti Protesto Günü” dolayısıyla yoğunluk kazanan kadın etkinlikleri, kadın sorununu hükümetlerin, siyasal parti ve örgütlerin, sendikaların gündemine ne kadar taşıdı, ya da taşıyabildi, kesin bir şey söylemek mümkün değil. Kadın sorununun sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla insan soyunun bütün çağlarına eşlik etmesi, onun kadın-erkek ilişkisi ile sınırlı bir çerçevede algılanmasına da yol açmıştır. Günümüzde de kadın sorunu dendiğinde, erkek şiddetine uğrayanlar başta olmak üzere, “Sorunun farkında olanlar”ın aklına ilkin ve hemen bu ilişki gelir.
Bu ilişki ile sınırlı tutulduğunda da, “erkek kaynaklı” sorunlardan bazılarında bir ölçüde iyileştirmenin yol ve yöntemleri bulunabilir ve örneğin erkeğin kadına şiddetine karşı yasal-hukuksal yaptırımlar vb. sağlanabilir. Ama sorun yine de ortada kalır. Modern dönemde, erken ya da nispeten daha geç olmakla birlikte birçok burjuva devletin yasalarına geçmiş olan “kadın hakları”, ya da kadın-erkek “eşitliği” üzerine yaptırımları da içeren maddeler, bazı iyileşmelerin ötesinde, sorunun varolmaya ve hatta bazı bakımlardan daha sinsi, daha incelikli ve ağır biçim ve niteliklere bürünmesi bunu gösteriyor.
Oysa, kadın ve erkek cinsini sarıp-sarmalayan toplumsal ilişki biçimleri ve toplumsal koşullardan soyutlanmış bir kadın-erkek ilişkisi sorunu var olmamıştır. Sömürü ilişkileri var oldu olalı sorun “mal-mülk davaları”ndan bağımsız olmamıştır. Kadını erkeğin “namusu” haline getiren ilişki biçimleriyle kadın ve erkeğin geçmiş kuşaklardan ve kendi zamanlarının koşullarından aldıkları ilişki biçimleri, hakim anlayışlar, doğmaya dönüştürülmüş düşünce biçimleri ve dini telkinlerle bağlı olmuş; bunlar da gidip iktisadi-sosyal ilişkilere bağlanmışlardır. Maddi yaşamının üretimini gerçekleştiren insan soyunun bu iki cinsinden birini ötekine “mal” haline getiren temel, bu ilişkilerdedir. Bu ilişkiler sistemi kadın ve erkeği sömürü aracıyla köleleştirirken, kadını bir kez de erkek cinsinin tahakkümüne sokmaktadır.  
Bilinen odur ki, insan soyu uygarlık yolunda ilerledikçe kadın ve erkek belirli bir düzeyde de olsa, daha iyi koşullarda yaşama kültürü ve olanaklarına erişmenin yol ve yöntemlerini de bulmuştur. Alınıp-satılan köle insanın uygulamada öyle olmasa da “eşit haklara sahip birey” düzeyine yükselmesi bir ilerlemedir. Bu ilerleme ama, insan soyunun (kadın ve erkek olarak) köle sahibi, feodal bey, toprak sahibi ve kapitalist tarafından sömürülüp kâr ve rant kaynağı olarak kullanılmasına engel olamamıştır. Kapitalizm örneğin kadını “dört duvar içi”nden çıkararak kapitalist işletme ve fabrikaların ucuz iş gücü haline de getirirken, onu toplumsal yaşam ve ilişki biçimlerinin ayırdına varma yoluna da sokmuştur. Türkiye dahil birçok ülkenin kapitalist şirketleri, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Çin ve Filipinler’deki yüz milyonlarca insanı-daha çok da kadın emekçiyi-bir simit karşılığına bile denk gelmeyen ücretle çalıştırıyorlar. Kapitalist ilişki çarkına alınan bu emekçilerin dünyasında hiçbir değişikliğin olmadığını düşünemeyiz. Modern üretim araçlarının gelişmesi, bir yandan sömürüyü ağırlaştırıp daha az işçiyle daha çok üretimin gerçekleştirilmesini sağlarken, diğer yandan modern-sosyal ilişki biçimlerinin şekillenmesini sağlıyor. Tüketim araçlarının, özellikle de çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi, buzdolabı gibi daha gelişkin olanlarının üretimiyle birlikte yaygın kullanımı, birçok ülkede faaliyet sürdüren modern yemek fabrikaları ve sokak çamaşırhanelerinin kadın-ve erkeğin yaşamında bir ilerleme ve iyileşmeye yol açmadığını ileri sürmek ahmakça olurdu. Ne var ki, bu gelişmelerin emekçi kadın kitlelerinin baskı, sömürü ve ayrımcılığın sınıfsal, cinse dayalı ve ulusal tüm biçimlerinin ortadan kaldırılması için yürüttükleri mücadelede, bazı özgül durum ve farklılıkları gözetme ihtiyacı dışında esaslı bir değişime de işaret etmediği de bir gerçektir.
Kadın sorunu üretim sistem(ler)inden; sömürü ilişkilerinden, onların ürünü düşünüş tarzı ve anlayışlardan, devlet ve hükümetlerin; burjuva partileri, kurumları, örgütlerinin faaliyetinden; okul ve aileden başlayarak inşa edilen ayrımcı-bencil ve özel mülkiyetçi anlayışlardan soyutlayarak “kadın-erkek bireylerin ilişkileri” sorununa daraltılırsa, gerçeğin kısmi bir alanında kalınmış olur. Nitekim, kadına uygulanan şiddetten söz edildiğinde hemen ve ilkin akla gelen erkek şiddeti olmaktadır. Bunun kuşkusuz göze mızrak nedenleri vardır. Örnekleri her gün-neredeyse her saat yaşanıyor. Karşı olarak da kadın-erkek seferberlik ilanını gerektiriyor. Ama bu gerçeğin, iktidar güçlerinin erkeklere empoze ettikleri “namus” anlayışı-mal ve mülk ilişkilerini olduğu kadar, dolaysız devlet ve burjuva kurumsal şiddeti perdelememesi gerekir. Sömürü, işsizlik, yoksulluk, savaş ve işgallerin dolaylı-dolaysız şiddet içerdikleri; polis baskısı, hukuksal ayrıcalıklar ve yasaklarla bunların takviye edildikleri biliniyor. Bu bakımdan, burkanın, çarşaf ve türbanın, ya da mini etek-mini şort, açık göbek-derin dekolte vb. giyim-kuşam biçimlerinin kadın özgürlüğüne işaret sayılması, kadın-erkek hak eşitliği yerine, giyim-takı biçimlerinin öne çıkarılması sadece bir saptırmaya değil, gelişmişlik düzeyleriyle de bağlı olan  ve uygarlık yolunda atılmış adımları görmezden gelip, kadını bu gelişme dışında tutan ilişki ve anlayışlara verilen prime de işaret ediyor. Biz ise, tüm unsurları birbirleriyle ilişki içindeki gerçeğin bütününü göz önünde tutmak durumundayız. Mücadeleyi de buradan tutarlı şekilde geliştirebiliriz.

Evrensel'i Takip Et