Esnek iş gücü, yani güvencesizlik ve geçici çalışma, patronların çok hoşuna gidiyor. Esnek çoğaldıkça, patronlarda çoğalıyor. Sağlık özelleştirilmeye sokuluyor; patronlar çoğalıyor. Eğitim özelleştirilmeye sokuluyor; patronlar çoğalıyor. Yalnız ilk ve orta öğretim değil, üniversiteler de özelleştiriliyor. Üzerinde “vakıf üniversitesi” yazan, ama birer özel işletme, yani patron üniversitesi olan kuruluşlar çoğalıyor. Üniversitelerin özelleştirilmesi ile aslında üniversitelerin bir ticarethaneye çevrilmesinin yolu açıldı. Üniversiteleri hizaya getirmek için kurulan YÖK, özel üniversitelerin birer ticarethaneye çevrildiğini biliyor. Biliyor ama hiçbir şey yapmıyor. Çünkü YÖK’ün görevi hiçbir zaman üniversiteleri korumak olmadı.
Birer ticarethane olarak işletilen patron üniversitelerinde, güvencesizlik ve geçici çalışma temel kural. 24 Ekim’de benim işten çıkarılmam da bu kuralın bir gereğiydi. (Ayrıntılı bilgi için Metin Akarsu’nun 16 Kasım tarihli, “Neoliberal üniversite ve Beykent modeli” başlıklı röportajını okuyabilirsiniz.) İşten çıkarılmamın ardından Doğuş Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencileri haklarını aramak için sokağa çıktılar. Onları destekleyen başka öğrenciler de sokaktaydılar.
Sokakta haklarını arayan öğrencilerin eylemleri, bir çeşit sokak okuluna dönüştü. Öğrenciler haklarını aramanın tadını ve gücünü keşfettiler. Ticarethane üniversitede rektörün tam bir kukla olduğunu gördüler.
Öğrencileri eylemlerin hemen ilk gününde önemli bir ders bekliyordu. Patrona hizmet eden, büyük paralar peşinde koşan ve öğrencilere zerre kadar saygı duymayan rektör ile büyük paralar peşinde koşmayan insanların farkını içeren bir ders. Rektör ve ekibi ile görüşmeye giden temsilcileri bekleyen kalabalığın arasında, elinde çay dolu koca bir tepsi ile birisi belirdi. Eylemdeki öğrencileri biraz olsun ısıtmak, biraz olsun destek vermek isteyen bu kişi büyük laflar etmeden çayları dağıttı ve gitti.
Epey sonra rektör ve ekibi ile görüşmeye giden temsilciler geri geldiler. Öğrencilerin üç talebi vardı ve üçü de reddedilmişti. Bir bozgun havası esti. Bir sonraki adımı konuşmak üzere toplanmak ve konuşmak gerekiyordu.
Öğrenciler ve bir avuç öğretim üyesi için gidecek yer, o eyleme çay taşıyan kişinin geldiği yer olmalıydı. Kalabalık o dükkana aktı... Orada kalabalığa yine çay dağıtıldı. Kaç çay içildi, hesap eden olmadı. Çayları dağıtanlar ile çayları içenler birbirlerini tanımıyorlardı. Ama çayları dağıtanların bir bildiği vardı. Toplantı bitti. Kararlar alındı. Kalabalık dağılmak üzereyken, bir ses duyuldu. “Gitmeyin, size yemek de vereceğiz,” diyen bir ses. Gitmek isteyenlere ısrar ettiler. Gitmeyip yemeğe oturanlara, “Doymayan var mı? Daha yemek isteyen var mı?​” diye sordular.
O gün öğrenciler patron üniversitelerinde göremeyecekleri bir dersi, sokağa çıktıkları için kavrayabildiler. Çünkü haklarına sahip çıkarak, okuma ve öğrenme hakkını savunarak ticarethanede değil, sokak okulunda öğrenilebilecek derslerin yolunu açmışlardı.
Eylemcilere önce çay, sonra yemek dağıtan bir avuç insan, yaptıkları için para almayı hiç düşünmediler. Onlar, okulun ve öğrenmenin “kutsal” olduğuna inanıyorlardı. Eylemcilere destek olmanın da doğru olduğuna görebiliyorlardı. Onlar hiç tanımadıkları eylemcilere, bir üniversitede öğrencilere ve öğretim üyelerine nasıl davranılması gerektiğini gösterdiler. Konuşmaları gerekmedi. Kuklaların çirkinlikleri yanında, onların eylemleri ışıl ışıl parlıyordu.  Eylemciler bu ışığı sokağa çıktıkları için bulabildiler. Sokak okulu için para pul gerekmiyordu. Eyleme geçecek cesareti bulmak yeterliydi.
Sokak okulu yine gösterdi ki; bugün, yarın ve daha sonra haklarımıza, özgürlüklerimize, birbirimize ve onurlu bir yaşama sahip çıkıp, sesimizi yükselttiğimizde yine birilerini bulacağız. Sessizlik ise sonumuz olacak.

Evrensel'i Takip Et