22 Ocak 2014 00:17

Hastalığın işkence kılınmış hali: Mahpuslar

Hastalığın işkence kılınmış hali: Mahpuslar

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Dişi, böbreği veya başı ağrıyan ilk anda ağrı kesiciye ulaşamıyorsa eziyet çekendir. Eğer ulaşması engelleniyorsa ilaveten eziyet edilmektedir ona.
 Nefes darlığı olan bir insan ilaca / tedaviye ulaşamıyorsa adeta boğulur gibi hisseder kendini. Eğer tedavi olması engelleniyor veya öteleniyorsa bir anlamda “Elle boğulmaktadır” başkalarınca.
 Kalp yetmezliği olup akciğerleri ödeme bağlı su toplayan hastanın hastaneye ulaşımı adeta imkansıza yakın zorlaştırılıyorsa birileri ayağına taş bağlayıp denize atmış gibidir.
 Cezaevleri kan ağlıyor yine. Bilineni yüzlerce, özü sayısız hasta mahpus “ölümcül” günlerini yaşıyorlar yakınlarından ırakta. Kimisi kanser, ciddi kalp yetmezlikli, kimisi umarsız bir başka hastalığın pençesinde…
 Soru şu: Cezaevlerinin “eza evi” kılınmasına kim izin veriyor?
 Kemiklere yahut başka dokulara yayılmış bir kanserin yarattığı acının işkence seanslarında hedeflenenden daha az olduğunu kim söyleyebilir ki?
 Akciğer kanseri veya tedaviye dirençli KOAH hastalığında dayanılmaz “hava açlığının” işkence seanslarında yaratılandan daha katlanılır olduğunu kim söyleyebilir peki?
 İşkence ile mücadelenin yükseldiği, tıbbın ve hukukun olanaklarının layıkıyla kullanılabildiği dönemlerde işkenceciler daha sofistike yöntemlere başvurur, yöntem değiştirirler. Misal sırt üstü yatırılıp elleri, ayakları bağlanmış bir mağdurun ağzından sürekli hafiften hafiften su bırakan işkence seansını, yaratılmak istenen “Suda boğulma” halini düşünebiliyor musunuz?
Bu kez hekimlere soralım soruyu: Anılan işkence seansındaki ‘Su ile yavaştan boğma’ hali ile tedavisi engellenmiş veya kısıtlanmış, akciğerleri su ile dolan kalp yetmezlikli hasta bir mahpus arasında ne fark olabilir ki?
Nedir işkence? Tanımı belirleyen tekniği mi yoksa toplumda ve mağdurda hedeflenen mi? Elbette işkencenin özü kullanılan teknikten ziyade bedensel ve ruhsal travmanın algı hedefidir. Misal sorgudaki bir anneye hiç dokunmadan bebeğinin gözü üstünde bırakılacakmışçasına dikiş iğnesi tutmak işkencelerin en ağırıdır.
 İşte, tedaviye ulaşımı yavaşlatılan, aksatılan veya “Hayata huzurlu veda hakkı” ellerinden alınmış umarsız tanılı hasta mahpuslar için mevcudu savunmak “İşkenceyi savunmak” ile eş anlamlıdır.
 “İşkenceye sıfır tolerans” diyen bir hükümete, yani yok demeyen ama fark edince gereğini yaparıza bağlayan o dile, cezaevindeki hasta mahpusları hatırlatmak gerekiyor. Sakın bize yönetenler kadrolu çalışanlarına güvenmemizi öğütlemesinler. “İnsanların çoğuna güvenilebilir” diyenlerin oranı ne yazık ki yaşadığımız coğrafyada çok düşük. En son 2012 verileri yayınlanmış olan “Türkiye Değerler Atlası maalesef bu oranı yüzde 10 olarak tanımlıyor. Üstelik bu gerçeklik ülkemizde son yirmi yıldır hiç değişmemiş. Dışarıda olanlarının her on kişiden dokuzuna güvenmediği bir ülke ikliminde üstelik özgürlüğünden mahrum bırakılanlar adına birilerine güven duymamızı istemek kimsenin haddi olmasa gerek.
 Henüz vakit varken ciddi sağlık sorunları olan tüm mahpusların salıverilmesi için tıbben, hukuken ne yapılması gerekiyorsa ötelemeden hayat geçirilmesi gerekiyor. Aksi, insanların hastalıklarından damıtılmış acıyı işkence misali kendilerine yöneltmeye, araçsallaştırmaya denk düşer ki bir insanlık suçu olur.
Cezaevlerinin mevcut halini eza evinden çıkartmak için cumhurbaşkanından insan hakları kurumlarına ve dahi halka hemen herkesin yapabilecekleri çok şey var. Evet, “Hakikat seçilebilir” ama unutmamak gerekir ki hakikat bir o kadar da kurgulanabilir. Hakikati insandan yana yeniden kurmak ise vazgeçilmezimiz olmalı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa