Ev temizleyen kadın ‘çalışmıyor’ ama bomba atan asker ‘çalışıyor’
Fotoğraf: Envato
Birleşmiş Milletler’in 1975 yılında ilan ettiği “Kadın On Yılı” 1985 yazında Kenya-Nairobi’de yirmi bin kadının buluştuğu konferansla sona erdiğinde, 60’larda güçlenmeye başlayan kadın hareketinin devletle nasıl ilişkileneceğine dair tartışmalar henüz tazeydi. Bazı feminist yayınlar Nairobi’nin ardından “Siz gitmediniz mi? Ben de gitmedim!” gibi başlıklar atıyordu. Aktivist ve yazar Selma James’ten öğreniyoruz bunu. Aslında öncesi de vardı: 1974’te, bugün bile dünyanın en varlılıkları listesinde göz kamaştıran Rockefeller ailesinin fonladığı bir nüfus konferansı, farklı ırklardan kadınların ‘ülkelerine ve sınıflarına’ göre kaç çocuk doğurmaya zorlanabileceğine dair planlarla sona ermişti. Ve Kadın On Yılı’nın, saman altından yürütülecek bu planların üzerini örtecek, hiç yokmuş gibi davranılacak bir süreç olarak işleyeceği düşünülüyordu. Selma James bu konuda günümüzden beş yıl kadar önce “Biz Kadın On Yılı’nın kadın hareketinin yükselişinin bir sonucu olduğunu biliyorduk, ama sonuçta devletler tarafından organize edilmişti, hareket tarafından değil” diye yazdı ve ekledi: “Ondan yararlanabilir miydik? Bunun da ötesinde, onun bizden yararlanmasına engel olabilir miydik?”
On Yıl’ın yarısı geçildikten sonra, 1980’de BM’nin Danimarka’da düzenlediği Eşitlik, Kalkınma ve Barış konulu konferansta kadınların görünmez emeğinin tanımlanması ve mali karşılığı olacak biçimde ana belgelere girmesi, yani devletlerin bu emeğin ücretlendirilmesini garanti altına alması gündeme geldi. Bu görüş benimsenmedi ama iki yıl sonra Uluslararası Çalışma Örgütü ‘işçi’ kavramını yeniden tanımladı ve içine tarım işçisi kadınları dahil etti.
Bunun ne anlama geldiğini Selma James’e soralım ve alacağımız yanıt bizi şaşırtmasın: “Ev kadınları belirgin biçimde ekonomik açıdan aktif nüfusun dışında tutulmuşlardır. Silahlı kuvvetler üyeleri ise belirgin biçimde dahil edilmişlerdir! Bu tanıma göre, ev temizleyen bir kadın ‘çalışmamaktadır’, ama bomba atan bir asker ‘çalışmaktadır’.”
DÜNYA İŞİ
Kadınlar bu dünyadaki işlerin üçte ikisini yapıyor fakat erkekler kadar para kazanamıyor. Kadınlar dünyadaki mülkün çok azına sahip. Kadınlar üç kuruş kazanmak için daha çok çalışmak zorunda. Kadınlar ne kadar eğitimli ve deneyimli olursa olsun erkeklerle eşit ücret alabilmek için daha fazlasını yapmak durumunda.
Dışarıda ücretli bir işte çalışmayan kadının bir günü, her biri ayrı ayrı tanımlandığında ona hak ettiği kazancı sağlayacak birçok farklı işi bir arada yapmakla geçiyor. Bu kadınlar örneğin bankaya gittiklerinde doldurmaları gereken sıradan bir formun ‘meslek’ hanesine ‘ev kadını’ yazmaktan başka yol bulamıyor. Ücretsiz ev işçisiyim demek istese de diyemiyor. Temizlikten bakıma, cinsel hizmetten lojistiğe kadar her biri kendi içinde bir sektör olan(!) ev işleri, kategorik olarak ‘çalışma’ olarak kabul edilmiyor.
Evde, özel alanda, mahremiyet çemberinde kadınların üzerine kalan işlere emek vermenin, erkek egemen düşünce kalıbındaki karşılığı ‘görev’dir. Oysa kadınlar bu misyonla doğmaz; ‘ev kadını’ olarak dünyaya gelmez, sonradan ev kadını olmaya zorlanır, seçeneksiz bırakılır, nihayetinde kendi rızasıyla bu görevi üstlenmişçesine doğal bir süreç yaşandığına inandırılır. Ne demokratik!!! İşte yine James koyuyor noktayı: “Biyolojik katkımız sorumluluğumuz oldu.”
Ev işleri yıkmaya değil yapmaya yönelik olduğundan barışçıldır. Müşterek hayatta bu işler paylaşılsa özel alanın ne kadar demokratik olduğunun da en iyi kanıtı olur. Bazı erkeklere de bu işlerin bir yerinden bulaşması bu nedenle gereklidir. Tükenmişi yeniden oldurmak, eksileni tamamlamak, beslemek, temizlemek, düzeni sağlamak, huzur arayışına yanıt vermek, normatif temsiller sağlamak… kadınlardan içeride beklenen bu görevler emek-kazanç ekseninde değer bulmaz ama dışarıda şiddet içeren ‘iş’lerin getirisi çoktur. Barışçıl görevlerin savaş çağrışımlı işler kadar değerinin olmaması, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin birinci sebebi gibi gelmiyor mu size de?
TAHAMMÜL ETMEYECEĞİZ
Kadınlar şiddetsizliği yaşamın biricik erdemi olarak benimsemiş bir kesim olmak için o şiddeti kerelerce deneyimlemiş olduklarından her türlü şiddet ve ayrımcılığa, yalnızca, kağıt üzerindeki temel insan haklarının bir gereği olarak değil, ampirik olarak da tahammülsüzler. Kadın korkusunu teorize edip bundan politika üretecek kadar ataerkiye bağımlı devlet yöneticileri yüzlerine gülüp arkalarından nanik yaptıkça tahammülsüzlüğün ısısı artıyor. Dokunulmazlık gibi havalı kavramlar kadın bedenleri söz konusu olduğunda değil, parlamentoya seçilmiş bazı suç odakları söz konusu olduğunda anlamlı geliyor toplumun kulağına.
Kadın hareketinin kazanımları vazgeçilmez, geriye döndürülemez, yerine daha azı konulamaz, ilerletilmesi engellenemez niteliktedir. Yaşadığımız ülkede, yıllardır çabalayıp elde ettiğimiz kazanımlar için de geçerlidir bu ama bunu kadınlardan başkası göremiyor. Devletlerin olanaklarına gelince… Bunları birer araç olarak gördüğünüzde, onlardan faydalandığınız her durumun kendi mücadelenize katkı yapmasını arzu eder, bunu kısmen somutlarsınız da. Devletler kaşıkla verdiğini kepçeyle geri almaya kalkmadığı sürece. Tabii bir de, kadınları eve geri göndermeye çalışan ucube politikalara karşı eşitlik ve adalet için Bir Kadın On Yılı’na daha ihtiyacımız var. o zamana kadar unutmayalım ki “Kadının yeri, o nerede olmak istiyorsa orasıdır.”
- Zaman mı aşınır, yoksa insan mı? 27 Nisan 2014 08:25
- Ararat’tan bu taraf 20 Nisan 2014 00:11
- Önce kadınlar ve çocuklar 13 Nisan 2014 07:13
- İn o arabadan! 06 Nisan 2014 08:07
- Lüzumsuzsa söndür 30 Mart 2014 08:16
- Çocuğun ölümü 16 Mart 2014 06:29
- Ne ekmek ne gül… 09 Mart 2014 08:36
- Kabakulak ülkesine ahlak aşısı 02 Mart 2014 07:20
- Kurbanın adı: İntikam gelini 23 Şubat 2014 00:09
- Festival çok güzel, gelsene! 16 Şubat 2014 07:03
- Miras mı enkaz mı? 09 Şubat 2014 06:43
- Amme hizmeti: Cinsiyetçilik 02 Şubat 2014 00:11