Örgün eğitimde atları kime vurdururlar?
Yine yabancılaşma! Geçen haftadan devam edelim. “ATLARI DA VURURLAR” demiştim geçen haftaki yazımın son paragrafında… Aynı adlı romandan uyarlanmış bir filmin adıdır, bu: “THEY SHOOT HORSES, DON’T THEY? [Atları vururlar, değil mi?]” Bu eser de, film için yapılan değerlendirmelere göre kapitalizmin acımasızlığını gösteren bir eserdir, tıpkı örgün eğitim gibi: Doğmasına sebep olduğu belirsizlik, kuşku, güvensizlik, umutsuzluk ve saldırganlık duyguları kıskaca alır insanı. ABD’deki büyük bunalım döneminden bir kesit sunar izleyicilere film. Yabancılaşmayı ürettiğini söylediğim kapitalist sistemi sinema diliyle çok iyi tarif eder. Bu hafta da eğitim sisteminde yabancılaşmayı yaşayan bir diğer kesimi, öğretmenleri ele aldım. “Atları kime vurdururlar?” sorusunun yanıtı: “Öğretmenlere…”
Örgün (örken) eğitim öğretmenleri de kıskaca alır, zincirlere vurur, yular bağlar boynuna. O yuları da, üretim araçlarını ve iktidarı elinde bulunduranların amaçları doğrultusunda kullanır. Öğrenciler için geçerli olan yabancılaşma süreçleri öğretmenler için de geçerlidir.
Müfredatı öğretmenler belirleyemez. Başkaları tarafından katı bir şekilde belirlenmiş müfredatı harfiyen uygulamak durumundadırlar. Öğrencilerin ihtiyaçlarının müfredattan farklı olduğunun farkına varsalar bile elleri mahkûmdur o müfredatı uygulamaya. Öğretmeni alet olarak kullanıp çocukların ve gençlerin ihtiyaçlarının üzerinde tahakküm kurar örgün eğitim. Öğretmen buna alet olduğunun farkına varmaz.
Müfredatı uygulamak için kullanılması gereken yöntem açısından da öğretmenler özgür gibi görünürler ama dersliğin fiziksel koşulları, zaman, yönetim ve tabii ki müfredatın ta kendisi buna engel olur. Öğretmen uygun olduğunu düşündüğü yöntemi de kullanamaz. Yaptığı işe yabancılaşır. Otoriter, öğretmen merkezli, iletişimsiz bir yol tutturmak zorunda hisseder kendini. Öğretmen baş aktör gibi görünür, ama bir de yönetmen vardır işin arkasında.
Ölçme ve değerlendirme kısmına gelince… Not vermek zorundadır, öğretmen. Sistem ona bunu dayatır. Notlarla etiketlemek, aslında birbirlerinden hiç de farkı olmayan öğrencileri notlarla birbirinden ayırt etmek zorunda olduğu ona dikte edilir. Bu notları da sınav yaparak vermek zorundadır. Sınav sonucu alınan notları ise öğretmen emirle etiketlemek için kullanır. Öğrenciye geri bildirim amacıyla değil… Hâlbuki ille de not verilecekse, bu not öğrencinin ne durumda olduğunu anlamak ve belirli bir konuda ne kadar gelişme kaydetmesi gerektiğini anlaması için kullanılmalıdır. Hatta bu bile gerekmez. Çünkü her çocuk ve her genç biriciktir. O haliyle kabul görmelidir… Sadece değerlendirilmelidir, yargılanmamalıdır. Bu yargılama sürecinin ürettiği kaygının öğretmen de etkisinde kalır. Hatta kaygının kaynağı gibi görünür bazen. Oysaki kaygının kurbanlarından biridir. İşte öğretmen bu sürece de alet olur.
Peki, bütün bunlara nasıl alet olur öğretmen? Tabii ki kendisine yabancılaştırılarak… Bu nasıl gerçekleşir? İnsanlık tarihinin en yaygın anlatılan masallarından biriyle: “Öğretmenlik kutsal bir meslektir!” Kutsal öğretmen iş başındadır artık. Kutsal olduğu için Tanrı Devlet tarafından verilen bütün emirleri yerine getirmesinde sakınca yoktur. Adeta bir peygamber gibi görevini yapar. Mesajı iletir. Mesajı almayanları nasıl olsa Tanrı Devlet cezalandıracaktır.
Bu kutsal öğretmen masalına göre, öğretmen her şeyi biliyordur, az maaşla da olsa yaşar, çok sayıda öğrenciye gücü yeter, en azından öyle olması gerekir; bu yüzden sınıfları bir sürü öğrenciyle doldurmakta sakınca yoktur. Öğretmen ağlamaz, öğretmen gülmez, öğretmen özel hayatını derse taşımaz, öğretmen örnek olur, öğretmen güzel konuşur, öğretmen her zaman iyi görünür, öğretmen mükemmeldir, vesaire… Oysaki öğretmen, devletin ideolojisinin elçisidir ve sorgusuz sualsiz görevini yerine getirmesi için bu masala inandırılması gerekiyordur. Öğretme süreci de, bir iktidar ilişkisini beraberinde getirdiği için ve belirli bir konuda bilgiye sahip olmak bir insana güçlü hissettirdiği için bu güç hissini kullanarak kişiye kendisini kutsal hissettirmek kolaydır. Bu noktada hem çocukları ve gençleri hem de öğretmenleri devlet ideolojisi uğruna kandırmak ve kullanmak kolaylaşmış olur.
Bu süreç, sosyal psikoloji alanında yapılan ünlü Milgram deneyini de hatırlatıyor. O deney her ne kadar eğitim öğretim ortamını analiz etmek için yapılmış bir deney olmasa da, deneklere verilen iş, tam da bu yazının konusu olan öğretme süreciyle ilgili. Denekler, beyaz önlük giymiş bir otorite kişisinin emri üzerine, sorulan sorulara doğru cevap veremeyen bir kişiye elektrik şoku vermek zorunda hissediyorlardı kendilerini ve veriyorlardı da şoku. Hem de 500 volta kadar… Hem de deneklerin yüzde 65’i: “ATLARI DA VURDURURLAR; ÖĞRETMENLERE”.
Evrensel'i Takip Et