Son krizden beri galiba ABD’de Wall Street’te geçen film çekmeyen yönetmen kalmayacak. Oliver Stone’un Borsa’sının simsarı Gekko’ya genç çömez bulması, Cronenberg’in bir araba içinde geçen Cosmopolis’i gibi örneklerden sonra bu kez kamera arkasındaki isim, kabadayılığın yönetmeni olarak nam salan Martin Scorsese. Bu da en az diğer Wall Street filmleri kadar geveze, üstelik üç saat sürüyor, Scorsese imzasının en çok dikkat çektiği yer ise, bu filmin de “racon”la ilgilenmesi. Kendini dünyaların hakimi gibi hissedenler Wall Street’te gücün büyüsü altındayken, adeta New York’un mafyatik küçük İtalya’sı.
Jordan Belfort, filmin Wall Street’e gelerek normal bir iş sandığı borsacılık yapmaya çalışan genç kahramanı. Yıl, 80’lerin sonu. Daha ilk dakikalardan itibaren buranın başka yere benzemediği, borsacılık denen performansın ne acayip, büyüleyici ve kudretli olduğu hissi sarıyor etrafını. Elbette, Scorsese marifetiyle seyirciyi de. Hızla yaklaşıp uzaklaşan kamera baş döndürürken, telefonla aradıkları insanları hisse almaya ikna ederek parayla oynadığını sanan simsarlarla, sınırsızca sapıtılan uyuşturucu ve seks partilerine gidip geliyor. Kısa süren çaylaklık, işsizlik, kendi işini kurma derken genç yaşında Jordan’ın önlenemeyen yükselişi kaplıyor perdeyi bir anda. Filmin orijinal adındaki Wall Street’in “kurdu” ifadesi, bu sırada bir gazete röportajında çıktığında kendisini zenginden alan bir çeşit Robin Hood’a benzetiyorlar. Oysa daha meşhur finans merkezindeki ilk gününde akıl hocasından öğrendiği bilgi, herkesin kazandığı bir denklemin mümkün olmadığı şeklinde, yani müşterilerin para kaybetmesi umursanmamalı, yeter ki sen kazan. O da öyle yapıyor, büyük umutlarla kandırılıp hisse senedi satılan yoksulların ne kazandığını soran yok. Ama Belfort ve şirketinin halka arzlarda hukuka aykırı işlemler yapıp kayıt dışı milyonları ayakkabı kutularına değilse de yataklara, bavullara falan doldurmaları bütün bunların olağan sonucu. Haliyle, eski eşten boşanıp yerine evlenilen manken, devasa havuzlu evler, bitmeyen partiler, uyuşturucu ve seks bağımlılığı, kara para ve FBI takibi de öyle. Komedinin baskınlığı içinde başlasa da, üç saatlik yaşam öyküsünün sonuna doğru trajedi hakimiyet kazanmasın da ne olsun?
Her wall street filmi gibi geveze, her suç filmi gibi heyecanlı, her Scorsese filmi gibi büyüleyici Para Avcısı. DiCaprio’nun en olgun rollerinden biri, yönetmenin ise en komik işlerinden. Sıkmadan sürükleyen bir üç saatlik film, kabul etmeli.
Yaşanmış olaylara dayanan, Jordan Belfort’un gerçek yaşam öyküsü olması, filmi son yıllarda alışık olduğumuz Wall Street filmleri dalgasından o kadar da ayrıştırmıyor. Yine çok diyaloglu, ama seyirciyi art arda ekonomi terimleri bombardımanıyla sersemletmek yerine, Jordan’ın en vazgeçemediği uyuşturucusu para ve onun getirdiği gücün büyüsünü kullanıyor. İşyerinde gece gündüz seks yapılmasından, mahkeme celplerine herkesin önünde işeme gösterilerine kadar her türlü şımarıklık dahil. Böylece esasen üstünde durduğu mesele, birçok filmle ortaklaşıyor; finans kapitalin yarattığı parayla oynayan insan tipinin zavallılığı. “Paranın efendisi olduğunu sanan köleler”, bu ayın sonunda vizyona girecek Costa-Gavras ustanın Kapital’inde çok daha açıkça dedikleri gibi. En fenası da; konunun dönüp dolaşıp vergilendirilmemiş borsa kazancının eleştirisine bağlanıvermesi, nihayetinde. En muteber finans şirketleri dahil herkesin kurt olduğunu şöyle bir uzaktan söyleyip geçiveriyor. Bu hızlı yükseliş ve düşüşün, kurum olarak borsanın, mali sermayenin spekülatif hakimiyetinin ya da en nihayetinde sermaye iktidarının zaten karakteri gereği bir soygun olduğuyla ilgilendiği falan yok. Oysa düzen toptan kurtlanmış dememek için bazı çeneler çok yoruluyor galiba bazen.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

İhyanın aslı

İhyanın aslı

Maraş depremlerinin ardından geçen iki yılda ne yiten on binlerce canın hesabı sorulabildi ne de kalanların bir derdine derman olundu. İki yıl sonra iktidar, ”Asrın İhyası” sloganıyla toplumu aldatmaya çalışıyor. Oysa asıl ihya ihaleler, inşaatlar, rezerv alan ilanları, teşvikler, vergi indirimleriyle, depremi gerekçe eden siyasi baskılarla geldi.

Teslim edilen konut sayısı ihtiyacın 3'te biri.

Deprem bölgesinde 'rezerv alan' kılıfıyla halkın evleri, arsaları gasbedildi.

Deprem işçiye yoksulluk, sermayeye 'fırsat' oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et